Böyle bir yazı yazmak istemezdim. Bir günde birden çok, aynı konuya değinildiği için, yazmak zorunda kaldım. Üniversitede iki çocuğum eğitim görüyor. Onların masraflarının karşılanmasının ne demek olduğunu ancak benim gibi olanlar bilir. Resmi ve özel kurum ve kuruluşlardan burs da almıyorlar. “İdare ediyoruz, ihtiyaç sahipleri alsın” diye. “Çatıdan düşenin halini, ancak çatıdan düşen bilir.” Buna rağmen devlet okullarında okumuş, mahalle pazarlarında, pazarcılar dağıldıktan sonra, geri de kalanları toplayıp evine yiyecek olarak götürenlerin vergileri ile okuyan biriyim. Onların bana emanet ettikleri çocuklarını bırakıp, “aldığım para yetmiyor” deyip sokaklara çıkamam. “Grev var” deyip sokağa çıktığımda herhangi birisinin başına bir iş gelse, vicdani sorumluluğun altından kalkamam. Bana kimse zorunlu olarak bu mesleği yapacaksın demiyor. Ben okumama sebep olanlara minnet borcunu ödemek için çalışıyorum. Onlar olmasaydı, vergilerini vermeseydi okuyamazdım. Devleti idare edenlerimizin de gelir dağılımını adilane bir şekilde dağıtmasını istemek en tabi hakkımızdır. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Öğretmenler grevde, öğrencileri sokaklarda, birde konuşulanlar var ki ister istemez insanın damarına dokunuyor.
Ders arasında terziye gittim. Biz çayımızı yudumlarken, sohbet açıldı derinlerden. Derken bir arkadaş geldi yanımıza. Terzi sordu ona; “senin arkadaş ne yaptı, kaç lira aldı” dedi. Gelen cevap verdi. “Seksen dokuz tazminat, iki buçuğa yakın da maaş alacakmış, doğuya gitmeyecekmiş.” Peki, sen ne yaptın? “ben de dilekçeyi verdim. Yetmiş üzerinde alacağım. “İki iki yüz elli” alıyordum. “İki” de maaş bağlanacak. “İki yüz elli” lira için değmez çalışmaya, yetiversin bu kadar çalışmak” dedi. Bu iki arkadaş, iki ayrı kurumda işçi olarak çalışmaktadırlar. Fakat kadro fazla olduğu niçin doğu bölgesine tayinlerini çıkarmışlar. Zaten emeklilikleri geldiği için gün sayıyorlarmış. Onlarda “çoluk - çocuktan ayrı kalmaktansa emekli olmak daha iyidir” deyip, emeklilik dilekçelerini vermişler. Bana, “emekli olsan sen ne kadar alırsın” diye sordular. Ben de “yirmi sekiz yıllık eğitimciyim. Kesin bilmiyorum ama otuz-otuz beş arası tazminat, bir iki yüz civarı da maaş” dedim. Tabii ki birbirimize baka kaldık. Şaşkınlığı şu küçük hikâye ile dağıttım. “Seksen sekiz yılında köy hizmetleri il müdürlüğüne gittim. “İşçi olarak kurumunuza girebilmem için neler gerekli” diye sorduğumda. “Senin diploman iş kadrosuna fazla geliyor, alamam” demişti kurumun müdürü. Benim dile getirmek istediğim kimin çok, kimin az aldığı değil. Herkes hakkını alsın. Hak arama durumuna düşürülmeden devleti idare edenlerimiz adilane bir şekilde dağıtsınlar. Üniversite bitirip devlet kadrolarında çalışanlar, az ücretle cezalandırılmasın.
Terzi ve arkadaşlarını başbaşa bırakıp işimin başına dönmek için düştüm yola. Beynimde esen fırtınalarla okulun bahçesine vardım. Arkadaşların masasına oturdum. Sohbet açıldı günün olayı iş bırakmadan. Arkadaşlardan biri anlattı; geçen gün milletvekilleri ile oturuyorduk. Sohbet esnasından ders ücretlerinin düşüklüğünden bahsettim. “Kaç lira” diye sordu. Bende “yedi lira” dedim ve ekledim. “Çarşıya çıkarken bir saatliğine köpeğini bıraksan birisine, eline on beş- yirmi lira tutuşturursun. Yirmibeş - otuz kişiye ders veriyorsun “yedi” lira eline veriyorlar, gerçekten de acınacak durumdayız” dedim, dedi. “Bu kadar düşük olduğunu bilmiyordum” der milletvekillerinden biri. Bu milletvekilinin, vekil olmadan önce, Milli Eğitim Bakanlığında çalıştığını biliyorum. Milletvekilliği döneminde de birden fazla görevinin yanında, milli eğitim komisyonunda da görevli olduğunu hatırlıyorum. Vekillerimizin yoğun işlerinden dolayı bir saatlik ders ücretinin ne kadar olduğunu bilmemesi herhalde normaldir!
Sen ne dedin diye sormadım arkadaşa, ben söyledim gerisini; “bir kenar mahallede aç-açık olan yetimleri görmeyen Ömer’in yakasındadır ahirette iki elim. Görüp bilmeyecekmiş de neden almış bu milletin emanetini! Allah kahretsin, başına yıkılsın saltanatı.” “Adalet” kelimesini yazıp - söylemekle “adil” olunmuyor. Bütün bilgiler elinizin altında olmasına rağmen neden “adil” olunmuyor? Biz kimseye “sen adil olacaksın” demedik. Bizim karşımıza “adil olacağız” diye geldiniz. Durum ortada karar sizin. Çıkar bir kocakarı yapışır yakanıza, Ömer misali. İsteyen olursa yazarım bir gün Halife Hz. Ömer ve Kocakarı hikâyesini
Geleceğimizi emanet edeceğimiz evlatlarımızı teslim ettiğimiz insanlarla dalga geçmeden, layık oldukları değeri vermemiz gerekmez mi? Maddi ve manevi sıkıntılar içinde bırakılmaları doğru değildir, her halde! Rabbim herkesin yar ve yardımcısı olsun!