Eğitim her aileyi ilgilendirmektedir. Kimse bu konuda “bana ne” deme durumunda değildir. Toplum olarak biz geleceğimizi, bugün yetiştirdiğimiz bu nesillere bırakacağız. Ailenin sorumluluğu önce gelir. Çünkü çocuk kendi ailesinin soyunu devam ettirecektir. Milli ve manevi değerlere saygılı yetişmesi için gerekli eğitimi alması şarttır. Eğitimden kastımız “illaki bir üniversite bitirsin” değildir. Elbette bir değil birkaç üniversiteyi bitirmesi gönlümüzden geçendir. Herkesin yaratılıştan getirdiği bir kapasitesi, algılama ve anlama gücü vardır. Alabildiği, yapabildiği kadarını yüklemek gerekir. Anne-baba daha fazlasını ister. “Benim çocuğum yapar, benim çocuğum başarır” deyip zorlamamalıdır. Kapasitenin dışına çıktığı zaman başka sıkıntılar kendini gösterir. Nasıl ki istiap hakkı on ton olan bir arabaya yirmi ton yük yüklendiğinde araba kısa zamanda bozulup deforme olursa insan da öyledir.
Zaman zaman konuştuğum gençlerden, öğrencilerde aldığımız tepkiler oluyor. “Hocam, öğretmenim, amca ne yapayım? Ne kadar çalışırsam çalışayım anlayamıyorum. Annem-babam da “neden anlamıyorsun, falancadan neyin eksik. Her şeyini karşılıyorum. Ben boşuna mı sana masraf ediyorum” deyip beni sıkıyorlar” diyorlar. Anlatmak istediğim, öğrenciye kaldırabildiği kadar eğitim-öğretim vermelidir. Ama dürüst, ahlaklı bir şekilde yetişmesi için gayret göstermelidir. Mesleğe yönlendirilmelidir. Herkesin yapabileceği bir iş vardır. Evinin önünde, kedi-köpeğin yanında, tavuk, keçi-koyun besleyip aile bütçesine katkı sağlar. İmkânı olursa ileri yaşlarında geçimini onlardan temin eder.
Dersleri iyi olan bir öğrencim; “hocam! Ben üniversiteye gitmeyi düşünmüyorum. Gitsem de zevk için okurum. Köyde hayvancılık yapacağım.” Okumasının iyi olacağını, tarım ve hayvancılıkla bile uğraşsa en azından bir üniversite diplomasının olmasının daha iyi olacağını kendisine anlattım. Okul hayatını takip edemedim ama sosyal medyadan yetiştirdiği tavukların, bıldırcınların reklamını gördüm. Alın teri ile kazanılan her kazanç, dürüstçe yapılan her iş kutsaldır. Biz neslimize dürüst olmayı, helalinden kazanmayı öğretmeliyiz.
Köy okulları açılsın. Geleceğimiz oralarda şekillensin. Zorunlu eğitimle beraber taşımalı sistem de ortaya çıktı. Öğrenci en az bir saat önce kalkıp servis arabasına binmek zorunda kalıyor. Akşam okul çıkışı ise her okulun farklı olduğu için, arkadaşlarını beklemek zorunda kalıyorlar. Bir, iki hatta üç saat beklediklerini söyleyenler var. Bu çocuklar, gençler bu zaman dilimini nerelerde geçiriyor? Bildiğiniz şeyi ben anlatayım. Arabanın içinde o kadar zaman geçmez. Parası olanlar için kafeteryalar, olmayanlar için ise arka sokaklar. Bunların hangisini anlatalım?
İdareci arkadaşlardan biri, bir gün “seninle kafeye gidelim” dedi. “Ne var orada” diye sordum. “Bir öğrenci üç gündür eve gitmiyormuş, okula da gelmiyor, arkadaşlarına sordum, falanca kafeye takılır” dediler. “Bakıp bir gelelim” dedi. Şartlı olarak gitmeyi kabul ettim. Tatlı dilli olalım, zaten yaparsın ama ola ki sinir bozucu bir şeyle karşılaşabiliriz. “Tamam” dedi ve gittik. Bir binanın bodrum katında hizbe bir yer. Ticarethanedir, karışamayız. Dileyen dilediği yerde dilediği ticareti yapabilir. İçeride üç-beş masa bir kenarda kanepeli dinlenme yeri! Çalışana öğrenciyi tanıyıp-tanımadığını, buraya gelip-gelmediğini sorduk. Sağ olsun “o iki-üç gündür buraya da takılmıyor. Şuradaki kitap-defterler onun olabilir. İsterseniz bakın” dedi. Baktığımızda defterlerin üzerinde ismi yazıyor. Yapılacak bir şey yok. Hayırlı işler deyip çıktık.
Öğle arası okuldayım. Okulun açıldığı ilk günler. Bir öğrenci okulun giriş merdivenlerinde dikiliyor. “Çarşıya neden gitmedin” dedim. “Hocam ben kaybolurum” dedi. “Bir şey olmaz, arkadaşlarınla hava alır gelirsin” dedim. “Olmaz hocam annem-babam kızar” dedi. Ben de “aferin, çocuğuna sahip çıkan ailelerimiz” var, deyip mutlu oldum. Bu öğrenci üçüncü sınıfa geldiğinde devamsızlığı çoğaldığından ailesini aradım. Ailesi haberinin olmadığını söylediler. Arkadaşlarına sorduğumda “o evlendi” dediler. “Olamaz öyle şey. Daha yaşı tutmuyor” dedim. Neyse aradan onbeş gün geçti. Baktım sınıfta sırasında oturuyor. Sınıf öğretmeni olduğum için, “kızım neredesin sen” demeye kalmadan “görmüyor musun, nişanlandık balayındaydım, sizde bir şeyden anlamıyorsunuz, uf be …” deyip parmağına taktığı yüzüğü gözüme sokarcasına gösterdi.
Dikkat ederseniz kız-erkek ayrımı yapmıyorum. Servis bekleyen çocuklarımız, gençlerimiz arkadaş kurbanı oluyor. Tamamına yakını sigara içmesini, olmadık işler yapmasını hizbe yerlerde öğreniyor. Kontrol yok. Ana-baba uzakta. Okul, yönetici ve öğretmenleri okul dışına müdahale etmesi mümkün değil. İdari ve adli suç belki yok gibi görünüyor. Ama temelleri buralarda atılıyor. Devlet, bir zamanlar askere giden her gencimize yanlış hatırlamıyorsam haftalık on paket sigara hediye ederdi. Bu gün sigara içenlerin çoğu belki de devlet teşviki ile alışmıştır. Şimdi ise devletimiz, sigara ile mücadele etmektedir.
Yerinde eğitim verilse, yani köy okulları yeniden açılsa bu sorunların birçoğu belki de kalkacaktır. Sınıfta kalma olduğu için, öğrenci bir üst sınıfa bilmeden geçemeyecektir. Okuyamayan, okumak istemeyen erken yaşlarda, tarıma veya sanayiye yönlendirilmiş olacaktır. Erken yaşlarda kendi yolunu çizecektir. Kendisine, ailesine, devletine, milletine faydalı olmaya çalışacaktır. Şimdi ise; ilkokulu bitiriversin, bitirdi. Ortaokulu da bitiriversin, bitirdi. Lisede zorunlu onu da bitiriversin, o da bitti. Yaş geldi ondokuz-yirmiye! Meslek yok. Üniversiteye gidecek kafa yok. Hani sınıfta kalmak yoktu ya! Yoklarla yetiştirdik, geleceğimizi teslim edeceğimiz gençlerimizi! Meslek okuluna da göndersek sonuç değişmiyor. Birçoğu not ortalamasıyla bir üst sınıfa geçiyor. Birde “başarılı olsaydı, akademik liseye giderdi, ver notu geçiriver” diyenler de maalesef azımsanamayacak kadar vardır.
Olanlar anlatmakla bitecek gibi değil. Müdür yardımcısı çağırdı. Odasına gittim. Elinde bir kâğıt. “Bunu falanca öğrencinin babası verdi. Ödevi imiş.” Ödev kalktı hocam. Şayet proje ise, bir kâğıt parçasından proje olmaz. Bildiğiniz gibi araştırmaya dayanır. Sözel derslerde, yedi-onbeş sayfa aralığında olması gerekir” dedim ve almadım. Gecenin bir vaktinde telefonum çaldı. Açtım. “Ben falanca öğrencinin babasıyım. İdareci arkadaşa çocuğun ödevini bıraktım almamışsınız. Okul aile birliği başkanıyım” dedi. Kendisine “ben size ödev vermedim. Şayet, çocuğunuzun ise proje çalışmasıdır. Onun da teslim zamanı çoktan geçti.” “Ama benim milli eğitimde tanıdıklarımda var.” “Olabilir.” “Vali yardımcısını da tanıyorum.” Gene “tanıyabilirsiniz.” “milletvekili bizim köylümüz.” “Bu kadar tanıdığınız varken neden bana söylüyorsun. Onlar emreder birileri yapıverir” deyip telefonu kapattım. Ertesi gün okula geldi. “Aman hocam özür dilerim, haddimi aştım galiba” deyip-durdu. Belki de birçok eğitimci bu tür olaylarla karşılaşıyor.
Okullarımızın tamamına yakınında taşımalı veya servisle gelen öğrencilerimiz için gerekli imkânlar sağlanmaktadır. Servislerinin kalkış zamanına kadar kütüphaneler açık, sınıflar ders çalışmaları için müsait ama gel-gör ki tamamına yakınında geleni yok gideni yok. O yaştaki çocuklara sokak cazip geliyor. Aile kontrolü yok. Akraba kontrolü yok. Komşu kontrolü yok. Belirli bir yaştan sonra “dur” deme imkânı da yok!
Anne-babalar! Çocuklar birinci derecede sizin. Sizin soyunuzu devam ettirecekler. Sizin mirasınızı alacaklar. Siz onlar için gecenizi gündüzünüzü tüketiyorsunuz. Yemiyor, yediriyorsunuz. Giymiyor, giydiriyorsunuz. Onlar sizin var oluş sebebiniz. Çocuk kolayına yetişmiyor. Kolay kaybetmeyin. Sokağa çıkarken arkadaşlarına dikkat edin. Arkalarından takip edin, nereye gittiklerine, ne yaptıklarına bakın. İnanın bir sokak ötenizde çocuğunuzu kaybediyorsunuz. Kötü alışkanlıklara, arkadaşlarıyla alışıyor. Hiçbir anne-baba çocuğuna içki, sigara gibi zararlı alışkanlıkları yapmasını, kullanmasını istemez. Peki, nerede öğreniyorlar? Sizler demiyorum, emsalleriniz nerede öğrendiyse onlarda oralarda öğreniyorlar. Unutmayın ki, tiryakilik ilk sigaradan, sarhoşluk da ilk kadehten başlar. Evet çocuklarımızı bizler yetiştiriyoruz.
İstanbul’da “Vefa” semtine adını veren zat, asıl adı; Mustafa bin Ahmed’dir. Şeyh Vefâ, ibn-ül Vefâ’da denir. Vefâ hazretlerinin bir çocuğu vardır. Yaramaz mı yaramaz. Vefa semtinde su satan sakalara musallat olur. Sakalar, at-katır üzerinde su tulumları ile evlere servis yaparken, yaramaz çocuk arkalarından gizlice yaklaşır ve su tulumlarına iğneyi batırır. Tabi ki su da ister istemez akar gider. Zavallı sakalar dönüp arkalarına baktıklarında tulumdaki su akıp gitmiştir. Bu olay bir değil iki değil sürer gider. Sakalar, Vefâ hazretlerine saygıdan dolayı bir şey de diyemezler. Bir gün sakanın birinin canına tak der. Ve doğruca hoca efendinin bulunduğu medreseye gider ve durumu anlatır. Hoca efendi olayı dinledikten sonra “tamam evlat” der ve doğruca eve gider. Durumu hanımına anlatır. “Hanım bu çocuk bizimse böyle yapmaması gerekir. İkimizden birisinde bir sıkıntı var. Bir düşün de neden böyle oldu bulalım” der. Hoca bir taraftan, hanımı bir taraftan düşünürler. Sonunda hanım, “bey ben bu çocuğa hamiyleyken komşuma ziyarete giderken, bir bahçe duvarından dalı sarkmış bir limona elimdeki şişi batırdım. Ondan azıcık içtim. Başkaca da bir şey aklıma gelmiyor” der. Hoca efendi “tamam hanım” der ve “o bahçenin sahibine git, helallik iste” der. Hanımda koşar adım gider ve helallik ister. Bahçe sahibi bilakis memnun olur. Çocuğa hiçbir şey söylemezler. Ve çocuk helallik alındıktan sonra kendiliğinden bu davranışından vazgeçer. Sakalarda memnun olur, çocukta kötü alışkanlığından kurtulur.
“Bir lokma haram yiyenin kırk gün duası kabul olmaz.”