Hayatta en zor iş insan yetiştirmektir. Yaratılanların en üstünü, yeryüzünün halifesi olan insanın yetişmesi için birçok bileşenin bir arada olması gerekmektedir.
Tarlaya atacağımız tohumun nasıl ki en iyisini seçmek zorundaysak, insan neslinin devamı olan insanı, insan gibi yetiştirmek için de yapılması, alınması gereken tedbirler vardır.
Hayvanın yediği etinde, sütünde belli olur. Belki de birçoğunuz bilirsiniz. Dışarıda kokusu olan yiyeceklerden yiyen hayvanların sütü veya eti kokar. Koku yediğinden gelir, hayvanın kötülüğünden değil.
Hz. Fatıma (r.a.) babasının evinde kızdır. Bir gün babası, Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimize; “babacığım! Benden sonra gelecek olan neslimin iyi birer insan olabilmeleri için ne yapayım” diye sorar. O’da(s.a.v.) “kızım! İzdivacından (gerdeğe girmeden) kırkgün önceden helal lokma yemeğe dikkat et” der. Peygamber sofrasına haram lokma girmeyeceğine göre, vay bizim halimize! Göz hakkı deyip alırız. Sahibine söyleriz der koparır yer, yediririz… “Haram-helal ver Allah’ım kulun yer Allah’ım” deyip bire kılıfını uydururuz!
Anaokulundan itibaren eğitim ve öğretime teslim ettiğimiz çocuklarımızı teslim ettiğimiz öğretmenlerimizin vay haline. Çocuk “dur” demeden, “sus” demenden anlamaz. Biraz daha yaşı ilerleyip, saçlarını taramaya, aynanın karşısında vakit geçirmeye başlayınca, dünyanın en yakışıklısı, en güzeli odur.
Ana-baba kahvaltı yaptırmadan eline verdiği üç-beş kuruşla, çocuğu- genci okula gönderir. Birinci-ikinci ders çocuk zil sesini bekler. Kantinde kuyruğa girip bir simit, bir de içecek alabilmek için itiş-kakış kuyruktadır. Alabilirse yer-içer. Alamazsa bir sonraki teneffüse kalır. Ya da öğretmen ders işlerken, o da fırsat buldukça sıranın altından atıştırmaya devam eder. Velinin ilgisizliği ya da aşırı ilgisi (!) öğrenci davranışlarına da etki etmeye başlar. Alt sınıflarda “bana kızmaya, azarlamaya hakkınız yok” demeye başlar. İleri sınıflarda ise “sizi şikâyet ederim”
“Nasıl olsa sınıfta kalmakta yok, dilediğini yap!”
Öğretmen öğrenciye yalvarıp yakarmaya başlar. “Bak evladım! Okumaya geldin. Arkadaşlarını rahatsız etme, benim de işime engel olma!” diye adeta yalvarır. Ne yapsın? Okul idaresi sorun istemez. En iyi öğretmen sorunsuz öğretmendir.
İlk ve orta öğretimin her kademesinde emeği olan birisi olarak birkaç hikâye anlatayım:
Alihan dördüncü sınıf öğrencisidir. Arka sıralarda kendisine yer edinmeye çalışan bir öğrenci. Kitap defter, ders araç ve gereçlerinden hiçbirini hiçbir derste getirmez. Şahsına ait sırada asla oturmaz. Sıranın altına oturmuş sağında-solunda etrafında kim varsa tavır ve davranışları ile sürekli rahatsız eder. Okul idaresine durum bildirilir. Cevap, idare et! Alihan, öğretmen olduğumuza pişman eder. Öğretmen, masasının yanına davet edilir. Öğretmenin sözünü kırmaz. Gelir. “Alihan yanımda dur da arkadaşlarını rahatsız etme evlat” denir kendine. Alihan sandalyede oturmayı reddedip yere oturmak ister. Kendisine sınıfı rahatsız etmemek kaydıyla izin verilir. Alihan oturmayı bırakıp tahtanın önüne doğru yatar. Bir tarafta dilini çıkartır, diğer taraftan da ayaklarını sallar sınıftaki arkadaşlarına. Anne-baba benim oğlum akıllıdır, öyle yapmaz, lütfen iftira atmayın, yoksa şikâyet ederim” diye çıkışır. Siz olsanız ne yaparsınız!
Öğretmen zili çaldı. Sınıfın kapısına vardım. Sıralar kenara alınmış. Orta boşaltılmış. Yüksek sesle müzik sesi. Kapıyı açtım bir veli öğretmen masasında oturuyor, biri de yanında dikiliyor. Kapıda biraz bekledikten sonra “yanlış mı geldim acaba” dedim. Masada oturan veliye “ders işlemem lazım müsaade eder misiniz” dedim. Daha cümlemi bitirmeden “bana bir şeyler oluyor, çocuğun bir yaş gününü bile kutlatmıyor, şikâyet edeceğim, müdüre gideceğim, valiye gideceğim, BİMER’e, CİMER’e yazacağım” diye bağırmaya başladı. Bir taraftan da pılıpırtısını toplayıp çekip gitti. Şikâyet etti mi etmedi mi bilmiyorum. Ders sonunda okul idaresine olayı anlattım. İdareci arkadaşlar da “o veli zaten öyle, baş edemedik onunla” dediler.
Meşhur 28 Şubat günlerinden birinde sınıfa girdim. Lise üçüncü sınıf öğrencilerinden bir kız, sıranın üzerine çıkmış şarkı söylüyor. Bir taraftan da sırtındaki gömleğinin düğmelerin çıkardı. Sıra eteğine geldiğinde, arkadaşları “yapma, ayıp” deseler de devam ederken, kendisinden bir dakika müsaade etmesini istedim. Müsaade etti. Arzu ettiği birkaç cümleyi kendisine söyledim ve sırasına oturdu!
Çocuklarının tavır davranışlarını kendilerine bildirmek için iki veliyi okula çağırırlar. Velilerle kantinin önünde karşılaştım. Kendilerine çay ikramımdan sonra bildiğim, fakat bilmezlikten geldiğim bir olay için geldiklerini, meslektaşlarımı şikâyete gideceklerini falan söylediler. Ben de “şikâyet dilekçelerini beraber yazalım, ama önce beni bir dinleyin,” dedim. “Kaç çocuğunuz var” dediğimde birer çocukları olduğunu söylediler. Beklediğim cevap buydu zaten. “Alın çocuklarınızı özel okulda okutun. Bakın burada binikiyüz tane var. Neden sizinkiler acaba? Çocuklarınızın okula kesici, delici, yaralayıcı aletlerle geldiğini biliyor musunuz?” diye sordum. İkisi de bilmiyoruz dedi. Kendilerine “okul idaresi ve şikâyet etmek istediğiniz öğretmenler de bilmiyor. Ama sizinkiler, benim bildiğimi biliyorlar. Hadi bakalım şikâyet dilekçesini yazalım” dedim. “Aman hocam biz böyle bilmiyorduk, siz ne yaparsanız yapın” dediler. Ben de kendilerine çocuklarınız emanetimdir. Benden soracaksınız deyip geri gönderdim. Okul ve öğretmenlerle ilgileri kalmadı. Sorumluluk tamamen bana ait olduğundan gereğini anladıkları dilden yapıp okulu bitirip diploma almalarına ve dahi yüksekokula gitmelerine yardımcı oldum. Öğrenciyi öğretmene teslim ederseniz adam olur. Yok, “dokunamaz, nasıl sana laf söyler, ben ona sorarım” gibi saçmalıklarla okula çocuk gönderirsen, çocuğun okula gitmiş-gelmiş olur. Bu hikâyeler uzun yeri geldiğinde anlatacağım. Eğitim kaynıyor. Üste divan durarak, alttakilere emirler yağdırarak düzeleceğini sanmıyorum. Yine de günü kurtarmak için çalışmak vicdanımıza uygun değil. Herkes elini taşın altına koymalıdır. Bir insanın yetişmesi yılları almaktadır. Felsefe hocamız “altı ayda kabak bile yetişmiyor, insan mı yetişek” derdi. Okula gelen veli çocuğunun notunu soruyor, bilgisini-davranışını değil!
Eğitim öğretimin sıkıntıları elbette bitmez. En aza indirmek için alınması gerekenlerden bazıları ise;
-Sınıfta kalma geri gelsin. “Nasıl olsa sınıfı geçerim” deyip yan gelip yatma, sonrada sayısı belirsiz geçersiz notla bir üst sınıfa geçilmesin. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
-Veliler sınıf kapılarında değil, bahçe kapılarında beklemelidirler.
-Öğreten ile ölçen aynı olmasın. Her sınıf seviyesinde ölçme ve değerlendirme merkezi sistemle yapılsın.
-Kaynaştırmalı eğitim yeniden değerlendirilsin. Kaynaştırma öğrencisi sınıflarda eziliyor. Kaynaştırma öğrencisine zaman ayırırken diğer öğrenciler eksik kalıyor. Ders öğretmeni hangi seviyede ders işleyecek? “İdare et” demekle olmuyor.
-Okullara telefon getirilmesi kesinlikle yasaklanmalıdır. “Efendim kapalı olmasında bir mahsur yok” denmemelidir. Öğretmen eğitim-öğretimle ilgilensin.
-Kılık-kıyafet örf ve adetlerimize uygun şekilde olmalıdır.
-Köy ve mahalle okulları yeniden açılsın. Taşımalı sistem zorunlu olmadıkça yapılmasın. Köy ve mahallede öğretmen, sadece öğrenciyi eğitip-öğreten değil, bütün köye-mahalleye rehber olandır.
-Okulların tüm ihtiyaçları veliye yük olmadan karşılanmalıdır. Okula yardım eden veli veya her kimse emir verip, eğitim-öğretimi de kendi isteği doğrultusunda yönlendirir.
Bu yazımı ne bir tenkit ne bir övgü için yazmadım. Ömrümü verdiğim eğitim-öğretimdeki olanları anlatmaya çalıştım. Çocuklar bizim geleceğimiz. Kendi çocuğumuz, komşumuzun çocuğu fark etmez.
Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibidir.