Yarım asrı geçen bir ömrün tamamına yakını öğrenip öğretmekle geçiren biriyim. Her kademedeki öğrenci gurubu ile muhatap oldum ve olmaktayım. Eğitimcilerimizin de yanındayım. Bir araya geldiklerinde hikâyeler anlatırlar birbirlerine. Bu anlatılanlar yaşanan hikâyelerdir. Oldu olacak bende anlatayım, belki anlayan olur.

Bir gün yanıma tanımadığım bir adam geldi. Kreş açmış çocuklara satranç öğretivermemi istedi. “Tamam” dedim. Kreşe gittim. Sıfır-altı yaş gurubu çocuklar. Bunların hangisinden başlayacağız? “Dört - altı yaş arası çocuklar.” Satranç figürlerini masanın üzerine koydum ve başladım anlatmaya. Dinleyen yok. Aman Allah’ım! Ben bunlarla nasıl başedeceğim? Kimsenin umuruna değil. Aldılar ellerine sevdikleri figürleri, başladılar birbirleri ile kavgaya. “O menim” deyip gittiler birer tarafa. “Tamam” demekle aldık başımıza belayı, dedim. Çocukların öğretmelerine sordum, “bunlarla nasıl baş edilir” diye. Birazda geriden izlemeye başladım. Keratalar o yaşta rüşvete alışmışlar. “Sessiz durursanız, şunu yaparsanız ödül var” dedim. Yaptıklarının karşılığında küçük bir ödül, bir şeker tanesi yeterli onlar için. İlk yıllarda sadece taşların adını ve dizilişini öğreniyorlar. Oynamaya başladıkları yaş ise altı yaşından sonra olduğunu gördüm. Yıllardır ben onlardan, onlarda benden ayrılmıyorlar. Her yıl turnuvalara oyuncu gönderiyorum. Unutmayın öğrenme, bilgiyi kullanma yaşı altı buçuk. Erken yaşlarda öğrenip bilgisini kullanan da olabilir.

İlköğretimin ikinci sınıf öğrencilerinden bir guruba satranç öğretiyorum. Velilerden biri, “şunu öğretmediniz mi, bunu öğretmediniz mi” deyip, aklı sıra beni sorgulamaya başladı. Arkadaşları aldı başını gitti. Çocukta bir ilerleme yok. Diğer veliler uzaklaşınca kendisine, çocuğun durumunu anlattım. “Algılama eksikliği, dikkat dağınıklığı” olduğunu söylediğimde kadın “nasıl olur? ben üniversite mezunuyum, babası da üniversite mezunu benim çocuğumda bir şey yok” dediğinde, olabileceğini, kabullenmesi gerektiğini söyledim. Herkes farklı yaratılmıştır. Kabul etmekten, kabullenmekten başka çaremiz yok. Çocuklarınızdan fazla bir şey beklemeyin. Farklı yaratılışlarda olabilirler. Özellikle bu kademedeki öğretmenlerimizin başına ekşimeyin. Kabullenin, kendiniz de ilgilenin. Öğretmenin gözünüzün içine baktığından bir şeyler anlayın.

Öğle vakti bir ilköğretim okulunun kapısındayız. Sekizinci sınıflardan nöbetçi olan öğrenci, zili çaldı. Nöbetçi olan öğretmen arkadaş; “yavrum zili erken çaldın” dedi. Biraz sonra bir daha çaldı. Çocuğun yanına vardım “saat kaç” diye sordum. “Bir” dedi. “Duvarda asılı olan değil, saat zamanı kaç gösteriyor” dedim. “Ben saatten anlamıyorum ki” dedi. Bende kendisine “ bilmediğini bilmek erdemliktir evlat” dedim. Sekiz senede saati öğrenemeyen zorunlu eğitimin mahsulü. Nasıl olsa okulu bitirecek öğrenmesine gerek yok!

Bir lisenin bahçesinde otururken bir öğrenci geldi. “Benim notum beş düşüyor öğretmenim” dedi. Öğretmen not defterini çıkardı. İki yazılı bir sözlü birde ödev notu. Dört not puanın toplamı iki yüz iki (202). Öğretmen “evladım kalem kâğıdını çıkar da böl bakalım iki yüz ikiyi dörde”. Böldü; beş virgül beş. Öğretmen; “beş tamamda virgülden sonraki beşi ne yapacağız” diye sorduğunda, “onu da yazmayıverin öğretmenim” dedi.

Bir başka zamanda okul kantinin önünde otururken önünden geçen öğrencilere; “iki ayağı üzerinde elli kilo gelen biri, tek ayağı üzerinde kaç kilo gelir” diye sorduğunda, öğrencilerin yaklaşık yüzde ellisi “yirmi beş kilo gelir” diyor. Bunlar bizim çocuklarımız! Üniversite sınavından yaklaşık kırk bini sıfır çekse de!..
Öğretmenin kapısına dikilir, geç vakitte polisler. “Hocam hakkınızda şikâyet var, öğrencinizi dövmüşsünüz, karakola kadar geleceksiniz!” Bayan öğretmenin bir şeyden haberi yoktur. Neyse o gece karakolda geçirir vaktinin çoğunu. Olay sonradan anlaşılır, çocuklar okul bahçesinde birbirlerine çarparlar, birisinin alnı morarır. Akşam babası “kafana ne oldu” diye sorar, o da “öğretmenim dövdü” der. Babada derhal karakola, savcılığa şikâyette bulunur. Olan öğretmene olur. Bu öğrenci ilköğretim bir ya da ikinci sınıf öğrencisi…

Lise ikinci sınıfta öğrencilerin tamamına yakını zayıf alır. Öğretmen şaşırır. “Bu kadar zayıf neden aldılar” diye. Bir derste “işlenilen konuları okutayım” der. Baksa ki öğrencilerin çoğu okumayı bile tam sökememiş.

Şimdi tartışalım zorunlu eğitim kaç yıl olsun diye! Eğitim zamanla sınırlı olmamalıdır. Her insanın algılaması, öğrenmesi farklı olabilir. Bir konuyu biri bir defa okur anlar, bazıları da beş defa okur öyle anlar. Bir dersi bütün öğrenciler aynı zamanda öğrenecek diye bir kural olmamalıdır. Kimi bir ayda dersin bütün konularını öğrenir. Bazıları da bir senede öğrenir veya öğrenemez. Bana kalırsa, dönemlik sınavlar yapıp, bir üst sınıfa geçebilme imkânı da düşünülmelidir. Yönlendirme eğitimini bazı veliler ve siyasiler kabul etmese de, ilk sınıflardan başlamalıdır. Altı yaşında bir çocuğun, sekiz yaşındakinden daha başarılı olduğunu biliyorum. Zaman zaman “üstün başarı” sınavları yapılmalıdır. Zeki olan çocuklarımızı heder etmemeliyiz. Hele bazı okullarda “kaynaştırmalı eğitim” adı altında özel eğitim görmesi gerekenleri normal bir sınıfa aldığında, bütün konular en alt seviyede işlemek zorunda bırakılmamalıdır, öğretmenlerimiz. Her kademedeki okullarımızda, onlar için imkânlar hazırlanmalıdır. En önemlisi de öğretmenlerimizi baskı altından kurtarmalıyız! Öğrencilerimizi eğitim ve öğretime hazır hale getirmek için gerekli tedbirler alınmalıdır. Öğretmeni sınıflarda yoklama alıp defteri imzalayan (gardiyanlık) konumundan çıkarmalıyız. Sınıfta kalmak yok, disiplin yok… Öğretmen; “neden çalışmadın dersine, kapat telefonunu, sırana otur” dediğinde şikâyet konusu olup başını derde sokmaktansa… nasıl öğretmenlik yapacak bir bilen varsa çıksın anlatsın. Masa başlarında ahkam kesmekle eğitim - öğretim olmuyor vesselam!... “dost acı söyler fakat gerçeği!”