Bu kez sizlere bir yazardan ve yeni çıkan kitabından bahsedeceğim. Yazarımız çocuk denilebilecek yaşta tek başına okuma hayalleri ile gittiği Almanya’ da büyük hayal kırıklıkları yaşamış. Kaderin insanın kendi ellerinde şekillenebileceğini ve hayallerinden asla vazgeçemeyeceğini çok zor şartlar altında öğrenmiş.

Oral YILMAZ’ ın asıl mesleği yüksek maden mühendisliği. Evet, hayallerinin peşini asla bırakmamış. Çocuk yaşta sorumluluk duygusuna sahip yazarımız, bunu her kısa molada kendisine dikte etmiş. Fakat mücadelelerle elde ettiği mühendislik diplomasını çok fazla kullanmamış. Almanya’ ya giderken bu çocuklara söz verenlere ve sözlerini yerine getirmeyenlere olan kızgınlığı, onun bu azmini ve hırsını doğurmuş. Bu uzun hayat hikâyesi; kızdığı, öfkelendiği büyüklerine, ‘ O iş, öyle yapılmaz böyle yapılır’ cevabıydı belki de.

Almanya’da üst düzey toplantı ve mahkemelerde mütercim tercümanlık yapmış. Bir süre önce Türkiye’ye dönen yazarımızın hayat hikâyesini anlattığı bu kitap, günümüz eğitim ve öğretiminde zorlanan, çaresizlikler yaşayan gençlerimize, hatta öncelikle ebeveyn ve öğretmenlere mükemmel bir mücadele ve azmin hikâyesi olarak verilebilecek rol model niteliğinde bir kitap. Şahsen, ben de bir öğrenci velisi olarak, bu kitabı okuduktan sonra, Milli Eğitim müfredatına eklenmesi gerekliliği kanaatindeyim.

10 Ağustos 1949 Zonguldak-Çaycuma doğumlu Oral YILMAZ, yıllar evvel kafasında şekillendirdiği evini Bartın’a inşa edip 2010 yılında buraya yerleşmiş. Türkiye ye dönüşü daha öncesine ait. Hayalinde, bahçesinden bir dere geçmeli dediği şu anki evinde, derenin yerini masmavi Karadeniz almış.

10 yaşında babasını kaybeden küçük Oral, kasabadaki tek kütüphanede kütüphane memuresi olarak çalışan annesi ile yalnız kalmış. İlk ve Ortaokul tahsilini Çaycuma da tamamlayıp Zonguldak Çelikel Lisesi ’ne başlıyor ve zaten ekonomik zorluklarla ve babasızlığın verdiği derinlerde ki hüzün ve yalnızlıkla isteği dışında olgunlaşan Oral YILMAZ rotasını Almanya’ya çeviriyor.

Sitemli bir şekilde kendi hayat hikâyesinin koordinatlarını çıkartan, küçük anekdotlar hariç rotasından hiç şaşmayan, akılcı ve mücadelelerle dolu olduğu kadar, azim ve kararlılığa sahip bu hayat hikayesi hakikaten şaşkınlık verecek düzeyde. Merak uyandıran, sürükleyici olduğu kadar, her sayfasında eğitici ve öğretici noktalara rastlayacağınız okunmasını şiddetle tavsiye edebileceğim bir kitap.

Bu kitabın ilk baskısını 14 saatlik kısa bir süre zarfında soluk almadan okudum desem yeridir. İlk baskıyı, ilk okuyan kişi olma gururunu da yaşıyorum. Ve aklımda onlarca soru ile cebelleşirken, içeriği daha kapsamlı ikinci kitabın müjdesini aldım yakın zamanda. Ve bu kez kaçırmamalıyım diyerek kendimi Oral Beylerin evine davet ettirdim. Geçtiğimiz cumartesi günü kendisi ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Bana beş dakika gelen, yaklaşık 6 saat süren sohbet doyumsuzdu. Bu sohbetin üzerine bile bir kitap yazılabilir. Oral Bey’e, sevgili eşi Arzu Hanım’a, Oral Bey’in kopyası küçük oğluna bu sıcak konukseverlikleri, güler yüzleri için teşekkür ediyor, hayranlığımı ve saygılarımı sunuyorum.

‘ Birlikte geleceğin yüzlerini daha çok gülümsetebilmek dileği ile…’

Oral Bey’in ‘ Sonuna Kadar Git ‘ adlı kitabını aldığımda iç kapağına imzaladığı bu söz, otomatik olarak bana da bir misyon yükledi.

SORU :

14 yaşında bir çocuk ve bu çocuk henüz kendini tanımaya yeni başlamış. Nasıl bir cesarete sahiptir ki; böylesine büyük bir karar alıyor ve dilini bile bilmediği, trenle 3 günlük mesafede yabancı bir ülkeye yolculuk yapıyor! (?)

O.YILMAZ :

-Annem kasabamızda kütüphane memuresiydi. Ben henüz beş yaşındayım ve annem işe giderken beni evde yalnız başıma bırakmaktan korktuğu için beni de yanında götürürdü. Kütüphane de nasıl davranmam gerektiğini ve nasıl bir yer olduğunu anlatmış, köşede bir masaya oturtup önüme kağıt kalem koyarak oyalanmamı istemişti. Ben söz dinleyen bir çocuktum. Yüzlerce kitabın içerisinde yapabileceğim tek şey o kitaplarla ve önümdeki kâğıt kalemle ilgilenmekti. Konuşmam yasaktı ama bu bana derin gözlemlemeyi, sadece bakmayı değil görmeyi de öğretti. Ve ben 14 yaşıma gelene kadar yüzlerce kitap okudum. Fakirdik, şartları görüyor, annemin bu şartlar altında hiç yakınmadan mücadelesini izliyor, kayıtsız kalamıyordum. Kemal Tahir’in, Orhan Kemal’in, Fakir Baykurt’un ve Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının etkilerine kapılmam çok doğaldı. Örneğin Kemalettin Tuğcu’nun eserlerindeki fakir çocuk hikâyeleri ve mutlu sonlar, benim hislerimin şekillenmesinde en büyük etkendir. Burada tek farklılık Tuğcu’nun aşırı ve yıpratıcı duygusallığını ben gerçekçilik ve akılcılıkla nötralize etmek durumundaydım.

Evet, bunun adı cesaret, ama o cesaret yaşamın gerçekleriyle oluşmuş kararların neticesi. Çok küçük yaşta okuduğum kitaplar, akıl yürütme tekniklerimi geliştirmiş, aynı zamanda kendime duyduğum güveni ve kimlik tespitimi güçlendirmiştir. Annem de o çağlardaki kadın profilinin dışında ileri görüşlü bir kadındı. Bunda Türk çocuklarının fabrika ayarlarının dünya çocuklarından genetik olarak +1 önde olması da etkili bir unsur. Ben zeki bir insan değilim, aklını kullanmasını öğrenmiş rasyonel düşünebilen gerçekçi bir insanım. Yani cesaretim, gerçekçi olmamla ilintili.

SORU:

-Şartları görebilen, kritik yapabilen, kurtuluşun akıl yürütme yoluyla uzun vadeli planlara dayalı olduğunu çok küçük yaşta algılamış, hisleri- öngörüleri kuvvetli Oral YILMAZ’ın hiç mi korkusu yoktu?

O.YILMAZ:

Olmaz mı, tabii ki vardı. Ben berber çırağı vb. olmaktan korktum. Öğrenim görememekten korktum, kitap okumaya vaktimin olamayacağı, beni öğrenimden uzaklaştıracak, kıt kanaat geçim sıkıntıları ile ömrümün sonuna kadar bana yapışacak sıradan bir iş sahibi olmaktan korktum. Benim ustam berberdi, bir evi bile yoktu. Yanında bir kalfası vardı. Ben çıraktım. Dükkanın bir köşesine benim için bir kumbara koydular. Birilerinin üzerini süpüreceğim de bana bir 25 Krş. Bahşiş verecekler ve ben onu kumbarama atıp ihya olacağım. Annem de yine aynı sıkıntılarla benimle birlikte yaşlanıp gidecek. Bu benim için yeterli değildi. Çok daha fazlasını başarabilirdim. Yıllar sonra anladım ki “bir çocuğa taşıyabileceğinden daha fazla bir yük yüklemek ne kadar yanlışsa taşıyabileceğinin çok azını da yüklemek bir o kadar yanlıştır.”

SORU:

-Ben kitabınızı anlatmayacağım burada. Amacım, bu kurgusal bir hikayeymiş gibi görünen gerçek yaşam hikayesinin kahramanı Oral YILMAZ’ın Oral Yılmaz olma aşamasında çizdiği, “ot bile olsan yol kenarındaki en güzel ot ol” diyerek başarıya giden sistemin ana hatlarını çıkartmaya çalışıyorum. Bu yolculuk rehberi, el kitapçığı olsun ebeveynlere, öğretmen ve öğrencilere.

O.YILMAZ:

-O cümle benim henüz 15 yaşında iken okuduğum Dale Carnegie ait “D’ont Worry Be Happy” isimli bir kitaptan alıntı. “Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak” ismiyle piyasaya çıkan ilk kişisel gelişim kitabı aynı zamanda. Ve ben bu kitabı okuduktan sonra o cümleyi yaşantımın temel direklerinden biri olarak kabullendim.

Alman hocaların bir özelliği; bir konunun öğrenimine geçmeden önce, amaç ve gayesinin ne olduğunu sorarlar. Ben bunu neden öğreniyorum, bu benim ne işime yarar ve bunu öğrenme isteği duyuyor muyum? Yani olaylara doğru yaklaşması için bir insanın önce istemesi, benimsemesi ve bunu bir dayatma olarak algılamaması gerekir. Örneğin; Matematik, uzaktan baktığınızda ağzından alevler saçan bir ejderha gibidir. Ona yaklaşmaya korkarsınız. Ama ona adım attıkça küçüldüğünü de göreceksiniz. Tam yakınına geldiğinizde o artık avucunuzun içine alabileceğiniz sevimli bir hayvana dönüşür.’ Bu Alman hocamın sözüdür.

Analitik düşünce becerisi bireyin aklını en doğru şekilde kullanabilme ve buna bağlı olarak iş, okul ve sosyal yaşamda daha başarılı olmasını sağlıyor. Bu düşünme becerisi karmaşık durumlarda tümden gelim yöntemini kullanarak, küçük parçalara ayırarak ayrı ayrı değerlendirilmesine denir. Böylece karmaşık yapılar karşısında pratik çözümler üretebilirsiniz.

Hocam bana “karar aşamasında bulunduğunuz her işte tüm ihtimalleri alt alta yazın ve içlerinden en kötü senaryoyu seçin. Seçtiğiniz senaryonun sonuçlarını kabullenebiliyorsanız korkacak hiçbir şeyiniz kalmaz” derdi.

Böylece analitik düşünceden alternatif düşünceye de geçiş yapmış bulunuyoruz.

Ayrıca şunu da belirtmeliyim kibir öğrenci en çok vicdanı sızladığında hatalarından dönme eğilimine girer. Bu nedenle meta bilişsel düşünme becerisini maksimuma taşıyıp duygusallıktan olabildiğince uzak durmak zorundayız. Biz Türklerin en büyük handikabı da bu zaten. İdare etmeyi meziyet sayıyor, sürekli kendimizi acındırıp duygusallığa sığınarak zayıf halkalar yaratıyoruz.

SORU:

Siz o düşünce tarzına, bahsettiğiniz duygusal zekâ sayesinde ulaşmadınız mı? Babacığınız vefat etmeseydi, ekonomik sıkıntılar içerisinde olmasaydınız yani bu duygusallıkla düşüncelerinizi süzgeçten geçirmeseydiniz, şimdiki Oral Bey, olur muydunuz?

O.YILMAZ:

-Bir kere ona duygusallık demeyelim, gerçekçilik diyelim. Evet, bu gerçeklerle Oral YILMAZ oldum.

Türkiye de şu var; babaların hiçbir fonksiyonu olmasa bile, varlığı bile çok önemli. Baba gölgesine sığınabileceğiniz büyük bir çınar gibi düşünülüyor. Babanın üzerine gereğinden fazla duygusal bir anlam konuluyor. Baba dağ gibidir orada durması yeter. Ama şu da bir gerçek ki babaları erken ölen çocuklar erken olgunlaşıyorlar. Hayatın gerçekleriyle çok daha erken karşılaşıyorlar. Ve buna istinaden daha başarılı oluyorlar. Benim de üzerimden bu koruma zırhı çok erken kalkmış ve acımasız hayatı görmeme vesile olmuştu.

Bakınız Almanya’da 16 yaşına kadar sistemli ve biz Türklere göre sert bir disiplin uygulanır. 16 yaşından sonra da hayatın içerisine salınır ve hayatını kendisinin yönlendirmesine izin verilir. Çünkü ağaç yaşken eğilir. Alman çocuğun 16 yaşına kadar alt yapısı oluşturulmuş, yerleştirilmiştir. Biz de de tam tersi uygulanır. “Aman oğlum-aman kızım”, her şeyde anne babanın eli kolu çocuğun üzerindedir. Bebekken ağlamasın diye her dediği yapılır, okula giderken çantası hazırlanır, hatta çocuklarının ödevlerini yapan veliler bile var. 16 yaşından sonra da onu disipline etmeye başlarsınız. Olmaz. Çok yanlış. Her şey oturmuş şimdi onu değiştirmeye kalkıyorsunuz.

Bakınız, Almanya’da benimle beraber okuyan, mühendis olan toplamda 72 Türk arkadaşım vardı ve %90’ı fakir çocuklarıydı. İçlerinden zengin çocuğu çıkmaz. Çünkü zengin çocuklarının alternatifleri var. Benim çocukluğumda zengin çocukları Kabataş’a giderdi. Fakir çocukları ise genelde çırak olurdu. Onların kaderleri başından beri belliydi.

SORU:

Almanya’dasınız ve hayallerinizin gerçekleşmesi için beş yıl gibi bir süre bekliyorsunuz ve sonrasında kandırıldığınızı öğreniyorsunuz. Koskoca uluslararası bir anlaşmanın gerçek yüzünü öğreniyorsunuz ve ondan sonra yaşadıklarınızı yazmışsınız zaten. O aşama da şansın size dönüşünün altında Oral YILMAZ’ın bir çabası oldu mu?

O.YILMAZ:

- O yıllarda uluslararası bir toplantıda Alman Çalışma Bakanı Walter Arendt ile tanışmıştım. Eğitim konusunda bana alternatif bir plan sunmuş, Dortmund Sosyal Akademisi’ne gitmemi önermişti. İşte, o aşamada Türk öğrencilerin hangi şartlarda Alman maden şirketlerine hibe edildiklerini öğrendim. Maden hariç tüm diğer yollar bloke edilmişti. Ben ve tüm diğer arkadaşlarım bu bakanın meclisten geçirdiği “Eğitimi Destekleme Kanunu” sonucu yeniden okuma şansımızı elde ettik.

SORU:

-Sizce, Türk gençlerinde, öğrencilerde, Türk insanında ne eksik?

O. YILMAZ:

Türk gencinde hiçbir sorun yok. Neticede biz ektiğimizi biçiyoruz. Sıkıntı bu gençlerin beyin kıvrımlarını nelerle donattığımız ile ilgili. Gördüğünüz gibi, Almanlar taşralı, içine kapanık sıradan bir çocuğu ki; ülkesinde gözden çıkarılmış ve ancak kendisine bir çıraklık reva görülmüş, alıyor, eğitiyor, onu sistematik bir evrimleştirmeden geçiriyor, sonrasında derece ile erken mezun edip maden yüksek mühendisi sıfatıyla iyi bir üniversiteden mezun ediyor. Burada hammaddede bir değişkenlik yok. Sadece onu işleyen, şekillendiren ve ona ruh veren usta farklı.

Siz ezberci, test çözen, düşünmekten çok dinlemeyi yeğleyen, doğru cevaplar veren zeki öğrenciler istiyorsunuz onlar ise konuşan, sorgulayan, eleştiren, akıl yürüten ve doğru sorular yönelten akıllı çocuklar arıyorlar. Şimdi size soruyorum: “Zeki öğrenci mi yoksa akıllı öğrenci mi? Doğru cevap veren mi yoksa doğru soruyu soran mı?”

( Ve gülümseten bir söz geliyor.)

‘Herkes sakız çiğner ama kimse Ayşegül gibi patlatamaz.’

Benim diğerlerinden farklı bir yapım vardı. Bakınca görmeye çalışan, detaylara inen, kendini acımasızca sorgulayabilen ve özeleştiriyi gerçeği saptırmadan yapabilen birisiydim.

( Bu da Oral YILMAZ’ın hikâyesini okurken benim çıkarımım Oral Yılmaz’ın özeti ve Oral YILMAZ 6’lısı. Her gençte oluşması gereken düşünce tarzı:

NİYET + GAYRET + CESARET + HAREKET + BASİRET + FERASET

Alt Unsurlar: HİKMET + ADALET + MERHAMET + MARİFET.

Devam edecek.