SESİMİ DUYAN VAR MI?
    Sular çekilmiş, güneyden kuzeye doğru, bir lav tabakasını aratmayacak kalınlıkta doğa örtüsünün altında saklı kalmıştı birçoğumuz… Bir kısmımızda derinlerdeyiz… Hal-i hazırda ne kadar da son sesimizle seslensek bile, duyulmuyoruz artık. Derin sulardan çıkarılmayı beklerken, üzerlerimize dökülen betonlarla sonsuzluğa gömüldük… Güneşi, son bir kez daha görme umutlarımız bizlerle birlikte sonsuzlukta kayboldu. Toprağın altında kalan birçoğumuzsa, yorgunuz artık, kısılan seslerimiz tıpkı derinlerde sonsuzluğa gömülen dostlarım gibi duyulmaz olacak pek yakında… Bu kısıtlı zamanda, kim bilir, belki de bir gün; kıymet bilen, hatırlayan, araştıran, bastığı topraklardaki medeniyetleri tanımak isteyen birileri bizi bulup, çıkartır beklide cesetlerimizi buralardan…
    Ama ben, gözünüzün önündeyim. Bakarken görmemenizden, bir kez olsun dönüp bakmamanızdan, merak edip de bu da kimdir dahi demeden geçip gitmenizden kahroluyorum. Oysaki diğerlerinden de çok farklıyım; çünkü ben, size aidim… Altın kaplı olsaydım, ya da ışıltılı camlarla süslü veyahut büyük ve görkemli olsaydım, belki de beni bir başıma bu halde terk edip gitmezdiniz… Yanı başıma, bedenimin yok olan tarafına, tekel büfesi kurduğunuzda bile dönüp bakmadınız yüzüme… Sarhoşların, define avcılarının, bu sahipsiz mezarda bana yaptıklarını anlatsam… Ama anlatamam, utanırım… Fırlatıp attıkları her bir çöp bütünleşti benimle, fosilleşti duvarlarımda ve üzerimde… Nelerini temizlemişken, kendime bir faydam yok artık. Kokudan yanıma yanaşılamazken, izbe ve moloz yığını haline geldim… Yabani otların cenneti oldu sürpriz özelliklere sahip varlığım.
    Üzüntüden, bakımsızlık ve ilgisizlikten, hafızamda da büyük hasarlar oluştu… Belki biraz ilgi ve şefkat, hatırlamam için bana yardımcı olabilir.17.yy da dünyaya geldiğimi biliyorum, ama kimin-kimlerin elinde şekillendiğimi hatırlayamıyorum. Fakat Evliya Çelebi’nin, benim için “bir hamam-ı dilküşa”(gönül açısı, ferah hamam)olarak dile getirmesinden yola çıkıp, doğduğum yüzyılı anımsamam hiçte zor olmadı. Buna karşılık sekili tonozlar 17.yy a ait buluşlardır. Dört köşemde görülen “bye”ler Anadolu Beylikleri döneminin tipik mimari özelliklerini hatırlatır.
    Küçüğüm, ama yapımım da bana çok özen gösterilmiş, Özellikle de ısıtma tertibatıma… Bu da tüfenkliğim ve cehennemliğimin varlığından anlaşılıyor. Yeter ki bir göz atın bana; hemen göreceksiniz. Ilıklığım, üç kurnalı yıkanma odam, giriş halvetim, dinlenme makatım ve holüm, sıcak ve soğuk su hazne bölümlerim şükür ki sağlam. El atıp onaran olmazsa, benim de dayanacak gücüm kalmadı artık, haberiniz olsun… Ilıklık bölümüm; bir orta kubbe ve iki yarım kubbe ile örtülüdür bunu da görebilirsiniz. Üzerimde ki ağırlık ve rutubet yapan toprakta biten, sarmaşık ve otlardan çürüyerek çökmezsem eğer…
    Kâtip Çelebi ve Uluslu İbrahim Efendi ne kadar “pis ve soğuk”  diye tanımlasalar da beni; ben, bu topraklarda 19.yy’a gelesiye, Osmanlı’ya, Türklere ait tek tarihi eserim. Bu bile, beni yeniden gün ışığına kavuşturup, güzelleştirip, insanların gözlerine, tarihi meraklarına hitap edebilecek hale getirilebilmeniz için iyi bir neden değil midir?
    Evet; benimde bir sahibim vardı: Mahmut Beyler… Şimdi; hem yetim, hem de öksüzüm…
    Roma dönemine ait mezar lahdi su haznemdi. Benimle temizlenmek isteyen, beni ziyarete gelip giden kim varsa, hamam tasıyla, Bizans dönemine ait sultan başlıklarından yapılmış kurnalarımdan suyunu alıp döktü başından aşağıya… Tazyikli akarsuyum olmadığı için, kuyudan çekilen suyum, bu Roma lahdinde biriktiriliyordu; işte böyle yaşıyordu benim bedenim...
    Deniz ötesi ülkelerden, aylarca süren yolculuklarının ardından gelen gemiciler; rahatlamak, üzerlerindeki kirli ve ağır yorgunluklarını atmak için beni ziyaret ederlerdi. Duvarlarıma onların bana ve sizlere bıraktıkları hatıralar kazıyarak çizilmiş… Bir restitüsyon(özgün biçimine kavuşturulması çalışması) yapılsa üzerimde, sizlerde görürsünüz duvarlarımda ki o zamanlara ait gemi grafitlerini…
    Bulunduğum topraklarsa, Hacıaliağalar ailesine aitmiş.
    Doğu da Bâbil Kraliçesinin asma bahçelerine özenti duyan, aslını, köklerini unutmayan Pers Prensesi, Kraliçe Amastris’in inşa ettirdiği bir asma bahçesi de vardı. O bile Pers ve Suriye âdetlerini hiçbir zaman terk etmemiş, özlem gidermek ve kim olduğunu unutmamak adına böyle bir güzelliği inşa ettirmişti Amastris’e… Ama bütün bu eserler yok oldu. Bir tek doğa kendini yok etmedi. O zamanın, aslanağzı çiçekleri hâlâ kalenin duvarlarının arasından fışkırır yok olup gidenlere inat... Oysa insanoğlu kendine ait olanı koruyamadı. Ama ben yaşamak istiyorum… Sizden olan beni, yaşatmanızı istiyor ve sesleniyorum…
     Bende yaşamak istiyorum! Romalıların inşa ettiği, Bizansların da kullandığı ama korsan Cenevizlilerin bir evvelki medeniyete ait her şeyi kazıyarak kendi armalarını işleyip sahiplendikleri kale gibi... İnanın çok işinize yararım biraz bakım yaparsanız; akustiğim, size bir fikir verebilir mi acaba?
    Yada bazı bölümlerini kaldırıp farklı yapılar ekleyerek, hatta onarımı sırasında Safranbolulu Rum ustanın çatıdan düşerek öldüğü söylenen, şu camiye çevirdiğiniz kilise gibi beni de onarsanız…
 -Ahh!.. Neler katarsınız bir bilseniz kraliçenizin çiçeklerle donattığı dünyanın gözü Amasra’ya…
    -Duydum…
    -Çok yeni bu duyduklarım… Size seslenmeye başladığımda ümitsizdim ama varmış benim içinde güzel projeleriniz… Bartın Valiliği, Amasra Kaymakamlığı, Amasra Belediyesi, ÇEKÜL Amasra temsilciliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Anadolu Turizm Lisesi öğrencilerinin benim ve benim gibi seslenen tüm tarihi eserlerin geleceği ve ışığa yeniden kavuşmaları için projeleri ve çalışmaları varmış. Amasra kalesi içerisindeki galeri ve su sarnıcı,Amasra Kaymakamlık evi,”Kültür evi”,Cenova şatosu ve küçük hamam(yani ben…)için düşünülen projelermiş bunlar…Amasra Belediyesi, 2007 yılı Tarihi Kentler Birliği Proje Ödülü de almış bu projeleriyle…Benim tek kaygım,taşlarımın arasına sıkışan toprak ve üzerinde yetişerek beni kaplayan bu yeşilliğin, belimi büktüğü ve  kaldırmakta artık çok zorlandığım gerçeğidir…Daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum.Lütfen,elinizi çabuk tutun yoksa kaybolmak üzereyim…Bu projelerin hayata geçirilmesine görebilecek ömrüm olup olmadığını tartışacak durum da dahi değilim
  .-Ne sabrım, ne de gücüm kaldı artık…
   İsmail Habib SEVİK: “Görsen yazık dersin, görmesen yazık edersin!” dediği eşsiz ve tabiat harikası ve tarih varlığı Amasra için siz ne dersiniz bundan öte…
  Daha evvelinde, Roma İmparatorluğu’nun Bithynia Pontus prokonsülü Pliny’nin:”Güzel ve muhteşem”;
  Sonrasında; 1155/57 -1217 de yaşamış Bizanslı tarihçi Niketas Honiates’ın:”Dünya’nın gözü”;
   İstanbul’un Fatihi II. Mehmet’in:”Lala lala Çeşm-i Cihan bu mu ola” (Fatih II. Mehmet Han’ın, Amasra’nın geçmişini araştırarak sefere çıktığı da açıkça belli oluyor bu sözüyle);
   Latin ozan Catullus’un:”Gemilerin Pontus Amastris’in de ıslanan kürekleri” dizesinde;
   Ve 1900’lere uzanıp Ernest Von der Nahme’in doğanın ve tarihin kucağında gizlenmiş bu sönük kasabayı, bir Alman efsanesindeki:”Dikenli küçük gül”e benzetişine de bakmak lazım. Bu şekilde nitelendirdikleri Amasra’da ben de yaşamak istiyorum. Özellikle; Amasra da tarihten bu güne kalan, tek Türk mimarisi ile inşa edilen hamam oluşum da eklenirse tüm bu sözlerin üzerine, benim de canlanıp yaşatılmaya ve yaşamaya hakkım yok mudur sizce?
Lütfen: SESİMİ DUYAN VAR MI?
Bu seslenişimde;  teşekkür ediyorum Sn. Necdet SAKAOĞLU'na “Amasra’nın üç bin yılı” adlı kitabını kaynak olarak kullandım.