“PARLAMENTO”(Boş lâf üretilen yer)
Ağlamak, yıllar sonra özgürlüğüne kavuşmuş, bağlarından boşanmış hayvanlar gibi anlamsız gibi görünen hareketlerle, bedenini hırpalarcasına tepinerek… Set kurulmamış, gürleyerek çağlayan sular gibi gözyaşları. Bazen de yalnızlığın sorumluluğunu taşırcasına sakin ama yine de mümkün olabildiğince coşkulu ve anlamlı…
Kimimizin göz pınarlarında hemen hazırdır gözyaşları, sadece bahane arar süzülmek için yanaklardan. Kiminin kilit vurulmuş gibidir pınar başına, akar ama göremezsiniz, içine ağlar… Ve o, daha coşkulu ve daha da anlamlıymış kimine göre de...
Biz millet olarak alışkınızdır tüm duygularımızı göstermeye, bir tek erkeklikten ödün vermeyiz sözüm ona… Hele ağlamak, her şeyi ağlamaklı duyguya bağlamak çok kolayımıza gelir…
İşin gerçeği ne kadar zordur hal bu ki ağlamak…
Kızımızı evlendiririz ağlarız, oğlumuzu evlendiririz ağlarız, torun olur, asker gider-gelir, okul biter mezuniyette ağlarız. Ağlarız, kimi zaman sevinçten, kimi zaman üzüntüden, kimi zaman da acıdan. İlk kitabımız yayınlanır ağlarız, ilk filmimiz gösterime girer yine ağlarız. Sevdiğimizi kaybeder ağlarız. Yavrumuz dünyaya gelir yine ağlarız. İşin ilginci bu ağlan, ilkinde de sonuncusunda da değişmez… Yine ağlarız…
Acaba ulusal bir yapımıdır Türk Milleti olarak ağlamak? Ve millet olarak ta hep sorarız şu soruyu her seçim arifesi birbirimize: “ Bu millet ne zaman gülecek?”
…
Bu millet ne zaman gülecek?
Gülmenin ve ağlamanın ne demek olduğunu ya da gülmekle ağlamanın ayrımını yapabildiğimiz de beklide…
Şöyle de açıklar psikologlar, ağlamak bir tepkidir. Gülmek kadar ağlamakta bir tepki olduğundan, doğal sayılabilir. Ama esas ağlanacak yerlerde ve durumlarda sürekli gülüyorsak, bir yerlerde bir yanlışlık ya da bir hata da aramak lâzım gelir ama öyle değil mi?
Hata yine de bizde diyorum ben, düzen de değil, düzen baştan aşağıya yanlış zaten, neresinden başlanılır ki düzeltilmeye… Ya da kimler, nereden, nasıl başlayacak düzeltmeye? Hem, kim kime neyi öğretecek? Daha beşikteyken bebeğe ağlaması için özellikle ısrar ediliyoruz.
-Ağla ki ağzına meme verem…
-Nerden bileyim ben senin meme istediğini!
Ve bunun, atalarımızdan gelen sözü de var, öyle değil mi?”Ağlamayan bebeğe meme vermezler.”Buradan da şu geliyor hemen akla; ağlayıp zırlamasa, hiç sesi çıkmayıp, ha bire gülse, demek aç susuz bırakacaklar zavallıyı.
Ağlamadı mı, kimsenin aklına gelmiyor bu zavallıların açta-açıkta olduğu, işsiz-güçsüz, evsiz-barksız, sağlıklı ya da sağlıksız olduğu…
Bütün bunları kavratıp eğitilmesine de gerek yok adam akıllı… Bir de eğitilip uyanı verirse Allah muhafaza, kimleri ağlatıp dize getireceği de belli olmaz sonra…
Öyle ya; sağlıklı insanın ne ihtiyacı olur ki sağlık sigortasına? Buna binaen insan neden ağlasın ki sağlıklıysa?
Ya da tok insana ne gerek gıda, gıda bedeli? Bir kez doydu mu tekrar acıkır mı dersiniz? Bak gülümsüyorsun, oynuyorsun ”Aç ayı oynar mı?”
Bakın buna da çözüm bulmuş atalarımız “şıp” diye…
”Şıp” demiş, fakat “şık” mı dır?
Evet, bizler millet olarak ağladık, Kurtuluş Savaşında cephede şehit olan evlatlarımıza ağladık, ağladık ve gururla yolladık, ağladığımız kadar da coşkulu...
Ağladık, insani haklarımızın savaşını verirken miting meydanlarında, ağladık, yine ağladığımız kadar da coşkuyla istedik haklarımızı… Aramızdan sivrilen kahramanlarımızın katledişlerine ağladık, unutuluşlarına ağladık…
Ağladık satılan ekmek kapılarımızın arkasından bakarken… Yılmadan savaştığımız günlere ağladık, ağladık ama alamadık ağladığımız şeyleri, alamadık elimizdeki kaybettiklerimizi tekrar geri alabilme umudunu da…
Har vurup harman savurduk, milli servetlerimize de acımadık. Bolluğu, bereketi çalışmadan yerinde tutacağız sanıp, şimdi satıp savıp hazır yemeğe başladık. Sermayedarlık, emeğin yerini aldı, tabi buna binaen, çeşitlilik, üretim, kendi hazinelerimize sahip çıkmak, zenginliklerimizi de işleyip kendi yağımızda kavrulma yeteneğimiz de yok oldu…
Avrupa’sı, Amerika’sı bastırıyor. Ağlayarak, hem de kanımızın son damlasına kadar savaşarak, hem cephe de, hem de masada verdiğimiz savaşlarda haklarımızı alıp, savunuşumuz dillere destan kahramanlık hikâyeleri ile bezendi… Ülkem üzerindeki planlarını işleme koyamayışları, onları daha çok kurnaz yaptı.
İşte en kısa yoldan ve sonuca ulaştıran kurnaz planları: Biz bunları, ne tarihten ne de yeryüzünden silemiyoruz; O halde dediler, biz bunlara Türklüklerini unutturalım.
”Kıbrıs sorunu” dediler,”Ege sorunu “ dediler,”Kürt sorunu” dediler yeniden karıştılar-karıştırdılar, hem aklımızı, hem de içimizi. Karmaşalarla uğraşırken özentiler yaydılar gençlerimizin kamuoyunun beynine… Bir dil bir insan safsatasıyla ilk önce yabancı dille eğitim plânını soktular, benim içimden benden olduğunu, aynı kanı taşıdığımızı düşündüğüm insanlarla iş plânı yaparak… Dünya’nın hiçbir ülkesinde eğitim dili başka bir dil olamaz ve olmazken bunlar dilimizi unutturup benliğimizi Türklüğümüzü unutturmak için bu kurnaz planı devreye soktular. Bir dil bir insan dediler. Kendi dilimizi konuşurken insan olamıyormuşuz meğer. Bu sloganla yola çıktılar yıllar evvel. Şimdi çarşılarda dükkân isimleri, hatta çocuklarımızın isimleri bile Türkçe isimlerden şaşmış durumda…
İsteyen, yabancı dili, kurslara giderekte öğrenebilir. Bir ulus kendi diliyle eğitim yapmıyorsa, bu en büyük ihanettir. Oktay SİNANOĞLU hocamızın dediği gibi… Eğitimini Türkiye de Türkçe yapan, Dünyanın ilk en genç profesörü(hocaların hocası) sanını alan kuantum kimyası ve fiziğinde icatları ve kendi adına formülleri olan Türk dehasının kanıtıdır hocamız…”Ben yabancı dille eğitim görmüş olsaydım hiçbir şey anlayamazdım” demiştir her kitabında, yazısında ve konuşmalarında… Sonra Amerika da devam etti eğitimine ama Türk olduğunu unutmadan, Türkçe den vazgeçmeden… Çifte pasaport tekliflerini bile kabul etmeden… Benim T.C. pasaportum bana yeter dedi…
Romalıların Keltler’e İngilizlerin İrlandalılara uyguladığı bu oyun, şimdi benim ülkemde oynanıyor ve biz ağlarken bunun farkına bile varamıyoruz… Gözyaşları kör ediyor gözlerimizi…
Bakınız en basiti “parlamenter”,”parlamento”lâflarıyla sözüm ona kendilerine Avrupalı süsü veriyorlar. Bu kelimeler Lâtince, İtalyanca kökeni “boş lâf üreten” manasına geliyormuş Oktay Hoca’nın araştırmalarına göre, inceledim,”parlamento” da,”boş lâf üretilen yer” manasına geliyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? Karar sizin…
Bu millet boş lâf üretenleri değil, vekillerini bekliyor… Sakın ağlama…
Ama boş ver, ağla sen… Alışkınsın, ağla… Ama bundan sonra ses çıkartmadan ağla ağlayacaksan… Sus ve öyle ağla. Al, bu da sus payı olsun sözüm ona dediğimiz onlara…