Nerde o eski bayramlar demeyeceğim, çünkü eski eskidendi. Yenilendi her şey sözüm ona… Çabuk eskitmişiz biz eski dediklerimizi, oysa eskileri saklamaktı eskiden adet olan. Eskilere kültür der, onlarla mutlu da olurduk biz. Eee yenilendi ya her şey, eskiye rağbet yok. Mutlulukta yok, eskiye hürmet saygı da yok artık.
Hurdacı mıyız canım biz? Eskiyi saklamak, ona bakıp bakıp içlenmek niye? Bu devir de zaten psikosomatik hastalıkların temelinde bunlar yatmıyor mu? Aşırı duygusallığa takılıp, hatıralara dalıp ta depreşiversin mi içerilerde coşmayı bekleyen depresyonlar…
El öpmek, mendil ve içerisine adettendir deyip üç beş kuruş bayram harçlığı koymak, çocuk sevindirmek kadar saçma sapan şeylere yer yok artık çağ atlamış ülkemde. Hem üç beş kuruşu bulup ta koymamak… Neyse devir, devir değil artık. Lâle devri çocukları da değiliz biz… Biz, eskimiş olan kardeşlik türkülerinin söylendiği, yoklukta da neşelenmesini bilen zamanların çocuklarıydık. Biz, yer sofralarında komşularıyla çalakaşık tarhana çorbası ve yumruklanmış soğanı yerken, ardından, odun sobasının üzerinde kestane kebabının hayalleriyle mutlu olunan zamanların çocuklarıydık. Ortamın sıcaklığı ile gaza gelip, çocukluk ve gençlik hikâyelerini anlatan büyüklerimizin dizlerinin dibinde vakit geçirirken, kendinden geçilen zamanların çocuklarıydık. Bizler, içip içip deniz kenarında zeytinyağlı sarmaları ceplerine dolduran dedemin hikâyeleri ile kahkahalara boğulurken, Erman Kuzu ve ailesinin yanı sıra, uykudan önce masallarını dinlerken, birden bire Recep İvedik ile katlettikleri Türkçenin bu hale gelebileceğini hiç tahmin edemeyecek kadar saf ve güzel zamanların çocuklarıydık.
Büyüklerin çocuklarına kızma şekilleri bile farklıydı. Gözleri ile terbiye ederdi büyükler küçükleri. Bakışlardan anlamak, o zamanın çocuklarının kazanımlarıydı. Mors alfabesi gibi, kısa bakış, uzun bakış, çatık kaşlar, yukarıya doğru bir yay gibi gergin kaşlar, düşmüş kaşlar, akabinde öne doğru uzatılarak ifade kazandırılan dudaklar… Her birinin anlamı vardı. Büyükler, “lütfen yavrum yapma” der; Nazikçe çocuklarını caydırmaya çalışırlar ya sözleriyle şu zamanda… İşte o zamanlar, düşmüş kaşlar, öne doğru uzatılmış dudaklar, yeterde artardı bir çocuğa bunu anlatmak için.
Yarabbi! Haydi, gel de, şimdiki çocuklara bunları anlat. Şimdiki zamanda, bütün bunları anlatmak için birkaç sene mimik kursları falan vermek gerekir herhalde zamane çocuklarına… Oysa bizler o zamanların, o terbiye şekillerinin uygulandığı zamanların çocuklarıydık. Ne oldu kazanımlarımıza, ne değişti de biz çocuklarımıza bunları veremedik? Yenilik, bize yeni olan, ama aynı zaman da da zararlı olan nelere alıştırmıştı bizleri? Medeniyet medeniyet diye, bizler ne haltlar yedik böyle? Şimdi de tüm bunların altından çıkamıyoruz. Doktorlardan da çıkamıyoruz. Sistem deyip, yaşamı çalan. İnsanların hayal güçlerini körleştiren, insanları ayakta tutan duyguları öldüren, ruh sağlığını yerle bir eden saçmalıklarımı sokmaktı yaşama medeniyet? Özendiğimiz, kültürümüzü bile unutturan bu zehir nerden girdi kanımıza? Aslında, aklı olanın panzehir olarak kullandığı bu medeniyetin, dozunu mu ayarlayamadık yoksa biz… Bu sebepten midir psikologlardan medet umuşumuz?
Bizler, bu medeniyet denen şeyi sanırım yanlış yerlere, yanlış zamanlarda, yanlış şekillerde adapte etmeye çalıştık.
Yazık ki, eski diye beğenmediğimiz kültürlerimize geri dönme çabalarımız, eski duygu ve yaşam biçimlerimizi tarihi esermiş gibi dimağlarımızda ki müzelere yerleştirmeye çalışmalarımız, bizi mahfeden yanlış dozlarla kanımıza enjekte ettiğimiz medeniyetten kurtulma çabalarıdır aslında. Bizler hakiki medeniyeti anlayıp ta sokamamışız yaşamlarımıza. Oysa medeniyet, özünden uzaklaşıp onu yok etmemekmiş. Yabancının, sanatını, ilmini almak yerine, yozlaşmak değilmiş oysa medeniyet…
Yanlışın üzerine doğru, yanlış algılanarak, hayatlarımızın yanlışını yaparak yaşamlarımıza soktuğumuz medeniyeti, üzerlerimize şekil olarak yapıştırışımızdanmış yaptığımız yanlış…
İlk önce “-in”,”-aut” la başladı her şey. moda dendi, trend dendi. Banâl oldu kültürümüz… Özümüzü anlatan türkümüz, sanat müziğimizi keşfedememişken özenti müziklerle sarıldı dimağlar. Kendimize yabancılaştık ilk etapta… Dilimizi unutmaya başladık –in olan yabancı kelimelerle özentili konuşarak… Köylümün çarığını, cepkeninin üzerine bağladığı kalın kuşak kemerini Şakira kemeri, bilmem kimin şalvarı-çarığı diye adının bile değişmediğini fark edemeden –in diye katı verdik yaşamlarımıza…
Bu bayram bir şeyler fark ettiniz mi bilemem ama, herkes köylerine akın etti.Dile getiremedikleri özlemlerini yaşamaya doğru…Neyse, çok görmemek,yüze vurmadan izlemek lâzım her şeyi,hissetmemiş gibi yapıp uzaktan takip etmeli sessiz pişmanlık kokan bu geri dönüşü.Bu sefer hakiki medeniyeti sanatkâr ruhla,ilmi akılcı metotlarla işlemek lâzım öz kültürümüzün üzerine…Alçak gönüllü ve şımarmadan yükselmek lâzım muhasır medeniyetlerin seviyesine.Onlar bize özenirken, bizlerde onların özentilerinin farkında olarak, kültürümüzü bizim satmamız lâzım onlara.Ki;onlarda mutluluğun bizim kültürümüz de saklı olduğunu fark ettiklerini artık itiraf edebilsinler,,özümsesinler.Onlar mutsuz medeniyetler…Bizim kültürümüzle birleştiğinde medeniyet inanın mutluluğun doruğuna ulaşacaktır insanlığı…
Hamurumuzda, onlarda olmayan dini bayramlarımız var. Hamurumuzda şehitlik var. Aile kavramlarında dedeler, nineler, maniler, türküler, evliyalar var. Bu tariften arifeyi çıkartırsan, anne babanın ellerini öpmeyi çıkartırsan, hayır dualarını çıkartırsan, hamur cıvık olur. Şekil veremezsin. Her yere bulaşır ve akar. Bereket kavramı da özelliğini kaybeder. Ki; Tok-katı hamur bereketli olur. Gözünü doyurursun, hamurun özünü bulmak için…