Adam buruk, biraz da solgun bir yüzle baktı karısına. Sonra sofrada ki yemeklere takılı kaldı gözleri. Gözler, ona bakan diğer sevgili gözlerle buluştu, yağmur bulutları izinsizce yığıldı adamın gözlerine, hıçkırık top sesleri gibi sardı evin her yerini,
-Bugün ramazanın kaçıncı günü?
Diye sordu. Biliyordu aslında sorduğu sorunun cevabını, bekledi yine de sabırla yanıtını,
-Aşkım! Düşünme artık bunları.
Adam hiddetlendi, öfkeyle sıktı yumruklarını. Karısına baktı biraz manidar biraz alıngan biçimde. Nasıl düşünmezdi bunları? Nasıl unuturdu? Sözleri peltekleşen diline oradan da boğazına aktı ve gök gürültüsü gibi bir sesle,
-Cevap ver, Dedi.
Kadın, anladı hatasını, merhamet damlalarıyla ıslatırken yanaklarını,
-Sekinci gün. Tam sekiz gün oldu.
Hayretle düşündü kadın söylediği sözleri “Sekiz gün” hiç farkına varamamıştı, o kadar gün geçmişti demek? Hiç bitmeyen bir dram vardı evlerinde. Her sene tekrarlanan her ramazan yaşanılan… Kocası mahzun duruşunun ardından, yere dikti gözlerini ve anlatmaya başladı her ramazan olduğu gibi hikâyesini…
“Bir Ramazan ayında, annem sofrayı kurdu. Ben, ablam birde ağabeyimle birlikte, oturduk başına. Üç tabak vardı sofrada, birinde dört zeytin, birinde bir kaşık yoğurt, diğerinde de peksimet. Top patladı, ezan okundu. Hatırlıyorum ramazanın tam Sekinci günüydü… Zeytinlerin birini ben aldım, elimde sıkı sıkı tuttum. Bir zeytini tabaktan almak, aşırmakla aynı anlama geliyordu neredeyse, hepimiz açtık, insanların bazıları sadece ramazan ayında oruç tutardı biz ise tüm sene oruçlu olurduk. En küçük bendim, en çok da bana verirlerdi, küçüğüm diye. O gün zeytinlerin biri alınmadı tabaktan. Ben fırsat bildim, kaptığım gibi kimse almasın diye fırladım ayağa. Bir göz vardı üzerimde sadece, hiç kıpırdamadan hiç kapanmadan bana bakan… Güldüm, sevindim aldığıma. Sandım ki o da gülecek… Gülmedi, gülmeyince üzgünce sordum vermek istemiyordum elimde ki zeytini,
-Sen mi yiyecektin yoksa?
Cevap gelmedi. Yanına gittim, kıpırdamadı. O yiyecekti belliydi işte. Aldığıma çok üzülmüştü. Kollarımı sardım boynuna ve düştük birden… Sofranın tam ortasına… Ölmüştü annem… Sekinci günüydü ramazanın.”
Genç adam ağladı, ağladı, ağladı. Şimdi mükemmel bir hayatın içinde bulunuyordu. Evliydi, çok sevdiği bir karısı vardı. Her ramazanı önce sevinçle karşılardı sonra buruklaşır sonunda da ağlayarak yolcu ederdi. Mübarek ayın kendinde bıraktığı bir hatıra, her günü dışarıda geçirmesine neden oldu. Arabasına koyduğu paketlerce zeytin, ekmekler ve peksimetle, gece yarılarına kadar fakir insanların kapısını çaldı. Mükemmel bir hayatın içinde olmak, fakirlikten boynu bükülenleri görmezlikten gelmesine sebep olmadı asla. Unutmak istediği sadece sekizinci gün vardı. Açlıktan ölen annesini bir ramazan ayının Sekinci günü uğurlamıştı.
Sonra ki günler isyan günlerini getirdi peşinden. Hangi devirde yaşıyordu? Açlıktan hala insanlar ölüyordu. Hadi onların yoktu yiyecek ekmeği, dört baş’ı doyuracak kazanç bir tek annesinin çırpınışlarıyla olmuyordu ya diğerleri? Ya komşuları? Ya dört tarafını unutan insanlar?
Sancılı hislerin başlangıcı, umursamazlıktan, kendini beğenmişlikten geliyordu. Soluksuz geceleri bilmeyenler, açlık görmeyen ve yaşanmayan çocukluklara sahip olmamaktan kaynaklanıyordu. Tok, açın halinden anlamazdı. Karınları sadece ramazanda tam olarak doyan, insanlarda vardı. Bunlar nedense çoğu zaman unutulurdu.
Genç adamın anıları eskiye, çok eskiye aitti.
Anıların hiç birine dokunamazsın, hiçbir bölümünü değiştiremezsin ama dokunup, değiştirebileceğin birçok insanla ve hayatla karşılaşırsın.
Anılarımız güzel kalsın.
Unutmayalım… Dokunalım… Değiştirelim.
“Satılık Ruhlar Mahzeni” adlı kitabımdan…