“Her şey onunla güzelmiş” diye fısıldadı elinde ki kahve fincanını bırakıp “her şey onunla tatlıymış”

Bulunduğum yerden fısıltılarını duyabiliyordum. Denizi selamlayan gözleri etrafı gözetlemez oldu, gözkapakları bir birine küskün olabildiğine açık, dili lal… Birçokları gibi o da anılar sokağının kapısını çalmış, açılması için önünde hazır bekliyor. Benim göremediğim ama onun dolu dolu yaşayacağı “çok özel” zaman diliminde kaybolduğunu, soğumaya terk edilen kahve fincanından anlıyorum…

Huysuz denizin sahilini öptüğü ilk sessizlikte suskunlaşıyor aniden. Suskunluğu; dipsiz kuyuların ayazında “üşüyor” hissini veriyor bana. Titriyorum ona bakarken hangi acıların koynunda yanıyor kim bilebilir ki? Kirpiklerinden yanağını ıslatan bir katreye nelerin yağmur olduğunu az çok tahmin etsemde, yüreğinin ve o yüreği taşıyan bedenin ne denli yandığını bilmem imkânsız.

Bir ara kıpırdanır gibi oluyor. Heyecanla bakıyorum yüzüne.

Misafir edildiği sokaktan ayrılıyor mu yoksa? Sohbetimize kaldığımız yerden devam mı edeceğiz?

Hayır. 

Hala yüzünün her çizgisinde çocuk masumiyeti var. Yüreğinin yangınlarıyla beslenen, tozu dumana katan, her geçen gün biraz daha biraz daha büyüyen gizli bir isyan saklanmış gözlerinde… 

Bugün sanki anılar sokağından onun için çıkmış ferman “alın içeri” denilmiş gizliden “biraz, huzur verin inceden…”

Konuşuyorduk eften-püften, havadan. Sonrasında mı?

Bana göre her şey normal ona göre “olağanüstü” bir şey “öylesine söylenen” bir cümle ile daldı anılarına. Sığınacağı liman her nerelerdeyse kırptı, kesti, küçücük bir kelimeyi yelken edip kendine denizlerin en büyüğüne açıldı.

Günlerdir huzursuzdu, yılgındı bedeni. Kolay değildi acıların belki de en yücesiydi karşılaştığı.

Acının yaktığı ateş hala sönmemişti. Belleğinde ki tüm anıları “kaybettiğinin” ardından yaralıydı şimdi. Türküler, şiirler, şarkılar, sözler… Hepsi zamansız vuruyordu yüreğine, vurup kanatıyordu her defasında...

Hüzne âşık insanları ağırlamak kolay değildir hiçbir zaman. Her sözünüz kedere sevk eder onu. Anılar sokağına oradan da anılar denizine… Kâh oradadır kâh burada. Hiçbir söz teskin etmez, hiçbir cümle o “acıyı” yüreğinden sökemez onun. İlk zamanlar gün be gün büyüyen bir boşluğun tam ortasında sanır kendini. Yeşili sönük, mavisi ölgün, hayatında ki her tat kekremsidir işte…

Yangınları kızıl güllere bezenmişçesine. Dokunduğunda “yakıyor” dokunduğunda “batıyor” “acıtıyor” muhtemelen değdiği yerleri. Kim bilebilir ki sakladığı el değmemiş yaşanmamışlıkları… Belki onu yaşıyor yitip, gitmelerinde…

Henüz acılarını gömecek kadar cesur değil yüreği. Düşünmediği zaman “unutacağını”, kaybettiği ile “kaybolacağını” sanıyor belki de.

İki damla yaş, yuvarlanıyor yanaklarına. Her biri “sır” yüklü. Rahat edeceği tek yer anılar sokağı şimdilerde. Her ne kadar beraber olsak da benden “çok uzakta” aslında…

“Kimse lazım değil şimdi ona…” diye düşünürken “daldım yine kusura bakma” diyor. Sesinde ki yorgunlukla…

Ceplerinde tüketemediği kuruş kuruş yalnızlıkları var hala biliyorum. Her yalnızlık “anılar sokağına giriş bileti”. Her yalnızlık ayrı bir “ferman” onun için. Her ferman; sakladıklarıyla saklanacağı en rahat yer onun için.