Yazı AYDAN ÇELİK Fotoğraf SAMED KUNAÇ / AYDIN KAKANAŞ

“Türkiye’de yapılan bisiklet festivallerinin “Gözbebeği” Bartın Bisiklet Festivali bu yıl 6. yaşına bastı. 17-20 Ekim tarihlerinde yapılan festivalin 2019’da “merkez üssü” Amasra idi.

Amasra denince akla gelen ilk cümle, Fatih Sultan Mehmed’in -cevabı içinde saklı- ünlü sorusudur: “Lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?”

Ekim’in üçüncü haftası, yüzün üstünde bisikletçi, onun şehre baktığı, Bakacak Tepesi’nden “Dünya’nın Gözbebeği”ni görme şansı buldu.

Biz de 4 gün boyunca olağanüstü güzellikte bir coğrafyada, güneşin sofrasında, dostların arasında pedallama şansı bulduk.

Tam bir yıl evvel Cyclist Türkiye’de yayımlanan Troya Şehir Rehberim dizisi için yine buraya gelmiş, festivali organize eden Bartın Pedaldaşlar Bisiklet Kulübü Derneği Başkanı Mustafa Artar ile pedallamıştık. Bu yıl o rotaların bir kısmını yaptık. Ama bir kısmını pas geçtik.

Bu kez daha önce hiç görmediğimiz nefis yerlerde, Küre Dağları’nın yamaçlarındaki köy yollarında, sürdük. Mustafa Hoca’nın deyimiyle “buzdağının görünen yüzü”nü gördük.

Dünya üstündeki 80 ülkeyi sele üstünde geçen ve Mallorca Adası’nda, Dünya Rekortmeni Fred Rombelberg’in işletmesinde bisiklet rehberliği yapan Ahmet Mumcu yokuş inerken: “Buralar bisiklet turizmi için nefis yerler” diye bir cümle kurdu.

Bu konuyu en iyi bilenlerden biri böyle diyorsa bize fazla söz düşmez. Ama son olarak: “Dileriz UNESCO Geçici Miras Listesi’ndeki Amasra bir an evvel asıl listeye girer, dünyanın dört bir yanında, bisiklete binmek isteyen büyük potansiyeli değerlendirir” diyor, sizi bir yıl evvel yaptığımız Amasra-Bartın turumuzla baş başa bırakıyoruz.

Amasra: Lala Portofino bu mu ola?

Erken batan sonbahar güneşini uğurladıktan sonra girdik Amasra’ya. Fatih Sultan Mehmed’in şehri ilk gördüğünde Akşemseddin’e dönüp: “Lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?” diye sorduğu Bakacak Tepesi’nden geçiyoruz. “Dünyanın gözü” gece başka bir güzel.

Ertesi sabah Mustafa Hoca ile şehrin doğu girişindeki Ahatlar Tepesi’nde buluşuyoruz. Doç. Dr. Mustafa Artar, Bartın Üniversitesi’nde peyzaj mimarlığı bölümünde öğretim üyesi. Aynı zamanda Bartın Pedaldaşlar Bisiklet Kulübü Derneği Başkanı.

Haritamızı masaya yayıyor, iki günlük bir rota planlıyoruz.

Ardından Troya’lara atlıyor, Amasra’ya “sorti” yapıyoruz. Yeni sezonda piyasaya çıkacak olan turuncu atım, taze takılmış Nexus göbeklerin melodisiyle süzülüyor.

6 km sonra deniz seviyesindeyiz. Şehrin büyük limanına giriyoruz.

140 kelimede Amasra Tarihi

Amasra’nın yaşı konusunda tarihçiler farklı sayılar telaffuz ediyor. (Zor iş tabii. Şehir adını bir kraliçeden alınca yaşını sormak ayıp olur.)

Bazı tarihçiler kapıyı 3000’den açarken başka bir grup 5000’e kadar el yükseltiyor. Ama şehrin güzel müzesindeki bilgiler MÖ. 12. yüzyıla işaret ediyor. Kaynak olarak da –sıkı durun- Homeros’un Troya Savaşı’nı anlattığı İlyada gösteriliyor. Yani, sözün özü bisikletimiz, en doğru yerlerden birinde. (Bartın’a gittiğimizde bu konuya yine döneceğiz.)

İlk adı Sesamos olan şehir şimdiki adını MÖ 300 civarında Kraliçe Amastris’den almış.

Amasra, bütün liman şehirlerinin kaderini yaşamış ve tarih boyunca sürekli el değiştirmiş. Helen, Pers, Pontus, beylikler filan derken şehir MÖ 64’de Roma hakimiyetine girmiş. 395’te Roma, Doğu ve Batı diye ikiye ayrılınca, Amasra Doğu Roma’nın (Bizans) bir parçası olmuş. 13. yüzyılda gücü iyice azalmaya başlayan Bizans özel bir anlaşmayla şehri Cenevizlere bırakmış. 1460’da Fatih Sultan Mehmed, Amasra’nın anahtarını teslim almış.

140 kelimeyle özetlediğimiz Amasra tarihinin içinden geçiyor, pedal çevirmeye devam ediyoruz.

Mermer kapılar, üstünde armalar

Üstünde Orhan Veli Kanık’ın bir dörtlüğünün bulunduğu madenci anıtının yanından geçiyor, Amastris rölyefli havuzdan dönüyor, Çekiciler Çarşısı’na geliyoruz. Burası Amasra’nın ahşap el sanatlarının satıldığı yer. Eskiden daha çok yöresel ürün satılırmış. Bu kadim sanat, şimdi Çin’den gelen rakiplerine karşı var olma savaşı veriyor.

Eğimlerin yer yer %18’lere çıktığı Amasra Kalesi’nin nefis sokaklarında pedallıyor, Ceneviz hanedan armalarının mermerlere işlendiği kapılardan geçiyor, Ceneviz Şatosu’nun etrafından dolanıyor, 9 yüzyılda inşa edilen şapelin yanından tırmanıyor, kiliseden dönüştürülen Fatih Camii’ne iniyoruz. Fetihten bu yana Cuma hutbeleri kılıçla okunuyormuş. Dile kolay. 558 yıllık bir gelenek.

Devam…

Aslında bir ada olan ama Kemere Köprüsü’yle anakaraya bağlanan Boztepe’ye geçiyoruz.

Zeki Müren ve Samed’in ortak benzetmesi: Portofino

Köprüden sonra hemen sola dönüyor, Uçpalamar Sokak’a giriyoruz. Denizden yaklaşık 10 m yukarıdan Küçük Liman’a bakan bu nefis yolun manzarası bana İsviçre’nin göl kasabalarını hatırlatıyor. Samed ise doğrudan “Portofino” diyor.

Bu yazıyı yazarken öğreniyorum ki Zeki Müren de Amasra’yı şarkısıyla meşhur İtalyan kasabasına benzetirmiş. (İnsanın aklına gelmiyor değil. Mesela şöyle bir video-klip düşünün: Zeki Müren en janjanlı kostümlerini giyse, “I found my love in Portofino”yu söylese. Aşkımı Portofino’da buldum diye alemi inletse. Şahane olmaz mıydı? Evet artık çok geç. Ama hayali bile güzel.)

Tırmanmaya devam.

2017’de 6587 kişinin yaşadığı tespit edilen kasaba, hafta sonlarında bu rakamın birkaç katı insanla dolup taşıyor. Bir ara bisikletlerimizi elimize alıp öyle devam ediyoruz.

Basketbol potası yüksekliğinde bir fener

Deniz’den 50 metre yukarıdaki deniz fenerinin yanına geliyoruz. 3 metre boyu ile “Türkiye’nin en kısa feneri” ünvanına sahip Boztepe Feneri 1863’de inşa edilmiş. Ne kadar şirin. Amasra’ya da bu yakışır.

Karşımızda Tavşan Adası. Biraz yalnız mı ne?

İki Amasralı: Barış Akarsu ve Semavi Eyice

Patikadan aşağı iniyor tekrar küçük limana ulaşıyoruz.

Genç yaşta hayatını kaybeden Amasralı müzisyen Barış Akarsu anısına dikilen heykelin yanından geçiyor, hüzünleniyoruz. Yunus Emre’nin söylediği gibi: “Bu dünyada bir nesneye/ Yanar için göynür özüm/Yiğit iken ölenlere/Gök ekini biçmiş gibi…”

Yakın zamanda hayatını kaybeden ve Bizans Sanat Tarihi deyince akla gelen ilk isim olan Semavi Eyice için yapılan anıta selam ediyor, Amasra Müzesi’ne devam ediyoruz.

Bir zamanlar Bahriye Mektebi olan tek katlı taş binanın önünde Fatih Sultan Mehmed ve Vezir-i Azam Mahmud Paşa’nın heykelleri var. Biri karadan diğeri denizden şehri kuşatmış.

Müzeye bisiklet almıyorlar ama bahçesine izin var.

Fatih’in şehri ilk gördüğü yer: Bakacak Tepesi

Bugünlük hedefimizde iki yer kaldı: Bakacak Tepesi ve Kuşkayası Yol Anıtı.

Bakacak, Amasra merkezinden 3 kilometre yukarıda ve 250 metre rakımda buluyor. Yolun eğimi bazı keskin virajlarda % 20’lere çıkıyor.

Günler kısa olduğu için araçla çıkmaya karar veriyoruz. (Bizde yalan yok sevgili okur. Ama bol bahane var. Katlanır bisikletin güzelliği bu işte. Katla koy bir araca. Dilediğin yerde in, devam et.)

15 dakika sonra Bakacak Tepesi’ndeyiz. Burası Fatih’in şehri ilk gördüğü ve Akşemseddin’e dönüp “Lala, Lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?” diye seslendiği yer olarak kabul ediliyor.

“Dünya’nın Gözbebeği” olarak çevirebileceğimiz bu benzetme aslında antik dönem yazarlarından Niketas’a aitmiş. Yunan klasiklerine, özellikle Homeros’a düşkünlüğü bilinen Fatih Sultan Mehmed Niketas’a gönderme yapıyor olmalıdır.

“Yemesi sevap, kestane kebap”lardan alıyor yukarı devam ediyoruz.

Anadolu’da Tek: Kuşkayası Yol Anıtı

100 metre daha irtifa kazanıyoruz ve aracımızı yol kenarına park ediyoruz. Taze Troya’yı omuzluyor, ahşap merdivenleri basamaklamaya başlıyoruz.

Bu kadar zahmete değen şahane bir şeye ulaşıyoruz. MS 41-54 arasında Romalılar tarafından yapılan yol anıtı yekpare bir kayanın içine oyulmuş insan ve kartal figüründen oluşuyor. Anadolu’da bir eşi daha olmadığı söyleniyor.

Nasıl şahane bir iniş ama

Tekrar anayola iniyor, birbirimize bakıyoruz. Denize kadar uzanan 5 kilometrelik bir iniş. Kaçırılır mı? Kaçırılmaz elbette. Mustafa Hoca aracı kullanıyor, biz Samed’le Çeşm-i Cihan’a doğru süzülüyoruz. Nasıl şahane bir iniş ama.

Lunapark gibi bir gökyüzü

Gün batımına son anda yetişiyoruz. Yüzlerce insan banklara oturmuş, güneşi uğurluyor. Ama hadise bundan ibaret değil. Gökyüzü uçak dolu. Meğer Amasra doğu-batı hattında bir uçuş yolu üstündeymiş. Samed heyecanla fotoğraflarken ben uçak saymakla meşgulüm. Aynı anda gökyüzünde 18 uçak var. Sanki bir kuş göçü. Gökyüzüne beyaz tebeşirlerle çizgiler çekiyor, kayboluyorlar. Kısa ömürlü yol anıtları gibi.

Mustafa Amca’nın Troya salatası

Adettendir, Amasra’ya kadar gelip balık yemeden dönülmez. Biz de kurala uyuyor 1945’ten beri hizmet veren Mustafa Amca’ya gidiyoruz. Buranın salatalarının özel olduğu söylenir ama bizim salatamız en özeli. Daha önce üstünde bir bisikletin adı yazan salata görmüş müydünüz?

Ertesi gün Bartın’da

Mustafa Hoca ile Bartın’da Gazhane Parkı’nda buluşuyoruz.

Yaklaşık bir yıl önce düzenlenen parkın ortasında zarif bir gemi bulunuyor. Bu gemilere “Bartın Çektirmesi” deniyormuş.

Parkın içi eski Bartın fotoğraflarıyla bezenmiş. Çoğunda Bartın Irmağı/Parthenius’un üstündeki canlı hayatın izleri bulunuyor.

Camekânlar içindeki Ahmet Güldür imzalı göz nuru maketler, şehrin mimari envanteri gibi. Çok güzel bazı yapıların sudan sebeplerle yıkıldığını öğreniyoruz. Tanıdık bir Türkiye manzarası ve hazin.

Padova’dan Bartın’a Homeros’un İzinde

Mustafa Hoca’ya Cyclist Türkiye’nin Haziran 2017’de yayımlanan 28. sayısında kullandığımız duvar resmini soruyorum. Hoca buruk bir ifadeyle park düzenlenirken o resmin olduğu duvarın yıkıldığını söylüyor.

Söz konusu sayıda yine bir Bartın yolculuğu anlatılmıştı. 2001’de İtalya’nın Padova kentinden yola çıkan bir grup bisikletçi yaklaşık 3 hafta sonra Bartın’a ulaşmıştı. Yolculuğun ilhamı Homeros’tan geliyordu. İlyada’da sözü geçen Paflagonyalı Enetler bu bölgenin, yani Bartın’ın Amasra’nın, Kurucaşile’nin insanlarıydı. Troya kuşatılınca güçlü atlarıyla dostlarının yardımına gitmişlerdi.

Şimdi İtalya’nın Venoto bölgesinde yaşayan Enetlerin torunları 3200 yıl sonra atalarının topraklarına bisiklet ile bir sürüş yapmışlar, 2001 Ağustos’unda Bartın’a varmışlar, coşkuyla karşılanmışlardı. Anı olarak da şehrin tarihi Gazhane binasına bir duvar resmi yapmışlardı. Benim hocaya sorduğum duvar resmi oydu.

Her zaman canlı bir suyolu

Bartın Irmağı kıyısında yalı boyunca pedal çeviriyor, şehir merkezine uzanıyoruz. Bu kıymetli suyolu, bir zamanlar çok daha işlevsel kullanılıyormuş. Hepimizin üstadı Evliya Çelebi’nin söylediğine göre: “Bartın ormanlarından hayli kereste kat olunup, bir miktarı Tersâne-i Amire’ye alınır ve Bartın tersanelerinde kalyonlar yapılıp buradan gemilerle İstanbul’a ticari mallar gönderilir”miş.

Yakın zamanlara kadar bu üretim devam etmiş ve Bartın Irmağı bazen 500 tonluk çektirme gemilerinin 20 km kuzeydeki Bartın Limanı’na yük taşıdığı bir hat imiş.

Birazdan karşımıza çıkan Orduyeri Köprüsü’nün üstüne çıkıyoruz. Köprünün ucundaki Fatih heykeli buraya bu ismin neden verildiğini açıklıyor: Amasra’ya giden Osmanlı ordusu burada konaklamış.

Köprünün diğer ucundaki trafo binasının üstünde “21.05.1998 tarihindeki sel suyu izi” yazıyor. Yatağından 11.5 m yukarı çıkmış, tepesi atmış bir nehir… Korku filmi gibi.

Heykelin yanından devam ediyoruz. Karşımıza nefis bir ahşap konak çıkıyor. Yöre insanının Gamburseyn” dediği Kambur Hüseyin’in konağıymış.

Biraz sonra meşhur değirmenin yanına geliyoruz. Yanında güzel bir şelale akıyor. Değirmen restore edilmiş. Güzel ama artık bir şey öğüttüğü yokmuş.

Türkiye’nin en eski yerel gazetesi

Aynı yoldan geri dönüyor, şehrin merkezine, Kırtepe Mahallesi’ne geliyoruz.

Kırtepe Mahallesi Yukarı Halil Bey Camii, Orta İbrahim Paşa Camii, Şadırvan Camii, Dervişoğlu Hanı, Taşhan gibi çok sayıda tarihi esere ev sahipliği yapıyor.

Taşhan’ın girişindeki Azim Kitabevi aynı zamanda Türkiye’nin en eski yerel gazetesi Bartın Gazetesi’nin merkezi imiş. 1924’ten bugüne kesintisiz yayınlanıyormuş.

Buradan Kent Müzesi’ne yöneliyoruz. Müzenin bulunduğu taş bina 1885’te inşa edilmiş. 1953’e kadar okul, 2008’e kadar da Belediye olarak hizmet vermiş. Ocak 2018’den beri Kent Müzesi.

Bartın’ın ayaklı tarihi: Çetin Asma

“Müzenin girişinde genç sanat tarihçisi Ayşe Karagülmez tarafından karşılanıyoruz. Ama dolaşmaya başlamıyoruz. Çetin Asma’yı bekliyoruz.

Çetin Asma, Evliya Çelebi ile başlayan “Bartın Tarih ve Kültürünü Aydınlatanlar” başlıklı panonun üstündeki altı kişiden biri. Panoda “Bartın yerel tarihi hakkında en yetkin kişilerin başında geldiği” belirtiliyor. Doğup büyüdüğü şehirler ile ilgili çok sayıda kitabı var.

Çocukluğundan beri tutkuyla oluşturduğu muazzam koleksiyonu şimdi müzenin büyük bir bölümünü oluşturuyor.

Biraz sonra kendisiyle tanışıyor ve müzeyi dolaşmaya başlıyoruz. Ayşe Hanım, Küre Dağları’nın tarihi ve önemiyle başlıyor ve sözü Çetin Bey’e bırakıyor.

Çetin bey büyük bir şevkle yaşadığı coğrafyanın kültürünü, tarihini anlatmaya başlıyor. Laf lafı açıyor ve nasıl olduğunu anlamadan müzede 3 saat geçirdiğimizi fark ediyoruz. Samed bıraksa daha uzun duracağız ama o göz ucuyla “abi güneşi kaçıracağız” diye telaş yapıyor.

İzin isteyip ayrılıyoruz ve şehrin içinde küçük bir tur daha atıyoruz. Her yer Çetin Bey’in arşivinden basılmış fotolarla dolu. Bartın için ne kadar büyük bir şans onun varlığı.

Van Gogh’un Langlois Köprüsü’nün demir versiyonu

Kemere Köprüsü’ne uğruyor, oradan restorasyonu yeni biten İnci Bankoğlu Vakıf Evi’ne gidiyoruz.

Bartın merkezindeki bu tadımlık turdan sonra Güzelcehisar ve İnkumu’na gitmek üzere yola koyuluyoruz.

Hem yolumuz uzun hem de güneş erken battığı için rotanın bir kısmını araç ile takip ediyoruz.

Bartın Irmağı boyunca devam ediyor, 10 km sonra çok ilginç bir köprü ile karşılaşıyoruz. 1961-66 yılları arasında yapılmış. Türkiye’nin ilk hareketli köprüsü olduğu belirtiliyor. Van Gogh’un meşhur tablosu Langlois Köprüsü’nün demir versiyonu sanki. (Zaten bu tür köprüler literatürde Hollanda Stili olarak geçiyormuş.)

İlahi bir gücün heykelleri gibi: Güzelcehisar

6 km süren bir yokuştan çıkıyor, 3 km süren bir yokuştan iniyor kendimizi çok özgün bir doğa parçasının içinde buluyoruz. Güzelcehisar bazalt sütunları denize dimdik inen kayalardan oluşuyor.

İlahi bir gücün boş zamanlarında yaptığı soyut heykeller gibiler. Fotoğrafın teknik limitleri bu müthiş dokunun ancak bir kısmını yansıtıyor. Gidip görmek lazım.

Güneşi bu kez İnkumu’ndan uğurluyoruz.

Bartın’da son durağımız İnkumu. Yine bir yokuş çıkacak, tekrar deniz seviyesine ineceğiz. 6 kilometrelik şahane bir inişle İnkumu’na geliyoruz.

Burası, bu yıl beşincisi yapılan Bartın Bisiklet Festivali’nin konaklama yeriydi. Türkiye’nin her yerinden gelen bisiklet severler, Bartınlı pedaldaşlarının rehberliğinde harika bir dört gün geçirmiş ve her gün bu yokuşları inip çıkmış.

İnkumu’ndaki 4 kilometrelik tazecik bisiklet yolunda birkaç tur atıyor, Güneşi yolcu ediyoruz.

Şairin dediği gibi: “Çok şükür yaşıyoruz” ve bisiklete biniyoruz.

Kaynak: https://www.cyclistmag.com.tr/2019/10/24/6-bartin-bisiklet-festivali/