Anlaşılır olmak değildi amacı. Sadece anlatmayı seviyordu. Etrafına toplanan kalabalığın, meraklı gözlerle ve can kulağı ile onu dinlemeleri hoşuna gidiyordu. Anlattıkları ise gerçekten hayli uzak, kimi zaman yalan kimi zaman ise hayal dünyasının ona sunduklarıydı.
Anlatılan kelimeler bazen bir destan kadar uzun çoğu zaman ise uykudan önce okunulan bir kitabın sadece bir sayfasını dolduracak kadar kısa olabiliyordu… Her zaman güzel sözcükleri itinayla seçiyor akılda kalma ihtimalini düşünerek öğretici ve yol gösterici cümleler ile tamamlıyordu hikâyelerini. Onun ki ne ego tatmini, ne de insanların ona hayranlık duymasını istemek gibi basit düşünceler değildi. Anlatmak, sadece anlatıcı olmaktı gayesi…
Anlatırken arada bir yaşlı ellerini bembeyaz saçlarında dolaştırır, kısa sakallarını sıvazlar, gözlerini çok uzak bir noktaya diker gibi sabitlerdi. Kelimeler dizini dudaklarından dökülmeye başladığında büyük-küçük herkes nefesini tutar, hiç kıpırtısız dinlerdi onu. Anlatımı berrak, kelimeleri büyülü, sade bir üslubu vardı. Dinleyenleri kısa aralıklarla, kendi bulunduğu dünyanın kapılarından içeri usulca iterek zaman kavramlarıyla oynardı. Herkes aralanan kapının ışıltılı dünyasına adım attığında bulundukları yeri unuturdu. Gözbebeklerinin ardında saklanan patlamalar kulaklara ulaşan sözcüklerle açığa çıkardı aniden. Keyifli hallerin her biri dans edercesine gezinirdi simalarda.
Ceketinin sağ cebini paylaşan menekşe yağı ile beyaz mendilini arada bir yoklar, sonra mendiliyle alnında biriken terleri silerdi. Alnında uzun bir zaman gezinen mendilin arasına dolan menekşe kokuları bu bahaneyle kendini dışarıya atar, ortama mis gibi kokular yayılırdı sonrasında. Bu zaman zarfında, pür dikkat kesilen dinleyicilerin hepsi sabırla beklerdi anlatıcıyı…
Eskiler-yeniler, olanlar-olmayanlar anlatılan hikâyeye öyle bir yansıtılırdı ki, arada bir sesini yükseltmesiyle ani korkuların yaşanmasına neden olup, araya gülücükler saçılırdı. Anlatma saati genellikle akşam yemeklerinden sonra, mekân ise bazen bir kahve, bazen de çocukların oynadığı sokağın tam ortası olabiliyordu. Yavaş adımlarının ardında onlarca minik ayakların seslerini duyduğunda, aklında biriktirdiklerini de dudaklarına düşürmeye başlıyordu…
Tüm kelimeleri bittiğinde sözlerin bıraktığı tadı kaybetmemeleri açısından şeker ile pekiştirme çabasına giriyordu sonrasında…
Zaman geçti. Ve bir gün anlatacağı tüm büyülü sözcükler bitti aniden. Nefesini çalan ölümün soğuk kucağına yığıldı kaldı bir akşam. Masal adamı, hiç anlatmadığı ölümü yokluğuyla anlattı küçük yüreklere. Sokaklara dolan hüzün, gözlerde ki arayışı günlerce tazeledi…
Yıllarını cephede asker olarak geçirmiş, dönüşünde hayatın ona verdiklerini geri almasına çaresiz göz yummuş, yaşadıklarından hiç pişman olmamış, gönlünün tek eğlencesi olan çocuklara tatlı masallar anlatarak ölümünü beklemişti sessizce…
Anlatıcı biliyordu ki yüreğinde ki yangınları söndürebilecek tek güç, çocukların gülümsemesinde bulunuyordu. Dudaklar yüze yayılmaya başladığında, parlak bakışlarının altında yatan buğulu hava da dağılıyordu ansızın. Soyut kavramların içine, yüreğinin yüz bulduğu başka bir ortama daldığında, günün birinde “Anlatılanın” kendisi olacağı hiç aklına gelmiş miydi acaba?