Sevgili okurlar, yazlıkta olmam nedeniyle ara verdiğim yazılarımla tekrar sizinle olmanın hazzı içindeyim. Bu yazımda güncel konulardan birisi olan yurt sorununa değineceğim.

Osmanlı Devleti'nde II. Mahmut dönemine kadar eğitim işlerinden sorumlu bir devlet görevlisi bulunmuyordu. Eğitim vakıflar tarafından yapılıyor ve tekke ve zaviyelerin büyük etkisi oluyordu. Eğitim ve öğretim hizmetleri ilk kez II. Mahmut döneminde gündeme gelmiştir. 17 Mart 1857 tarihinde Maarif-i Umumiye Nezareti uhdesine verilmiştir. Bu günkü Milli Eğitim’in temeli bu nezarettir. 

Tekke ve zaviyeler Osmanlı toplumunda eğitim ve kültür açısından önemli bir yere sahipti. Ancak bu kurumlar zamanla eğitici özelliklerini yitirmiş, dinsel sömürünün, yenilik karşıtlığının simgesi hâline gelmiştir. Buralarda verilen eğitimler çalışıp üretmeyi, üreterek kazanmayı teşvik eden kurumlar yerine çalışmaksızın tevekkül (Her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme) felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü. Örneğin: Türbeler ile türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmiş, ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar şahsi menfaatler ve siyasal amaçlarla çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları sömürüyor ve suça yöneltiyorlardı.

İnsanları daha yaşarken dünya yaşamından uzaklaştırıp onları uhrevî âleme çekmek çağdaş yaşam ile bağdaştırılması, bir ülkeyi gerek sosyal gerek ekonomik gerekse bilimsel açıdan çağdaş ülkelerin bulunduğu seviyeye ulaştırması mümkün olabilir mi? Çağdaş yaşam, insanların çalışması ve çalışmalarının ödülünü yaşarken almasını gerektirmiyormu? Allah kelamının aktarıldığı kitapta eksiklik mi var? Asla. Kur-an önemini ve özelliğini yitirmeyen değişmez bir İlahi esaslar bütünüdür. Müslümanlar neden ayrıştırılıyor?  Devletin Dinle ilgili resmi bir kurumu varken şeyhe,tekkeye, tarikata, cemaate ne gerek var? 

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı İşte bu nedenle toplumun yeni bir aydınlanmaya, yeni bir atılıma gereksinimi vardı.

3 Mart 1924 tarihinde, yüzyıllarca dini duyguları sömürülen halkı dini açıdan aydınlatmak, sahtekar din bezirganlarına engel olmak amacıyla aydın din adamları yetiştirmek, milleti cahillikten ve din istismarından kurtarmak, İslâm dininin  inançları,  ibadet  ve  ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. 

Anayasanın 136. maddesinde, "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." hükmü yer almaktadır
 
30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı. Tekkelerin kapatılması, tarikatların yasaklı hale gelmesinde 20 Şubat 1925’teki Şeyh Said ayaklanmasının büyük etkisi olmuştur. Birinci dünya savaşı sırasında ve ardından batılılar birçok topluma bağımsızlık sözleri veriyorlardı. Kürt halkına da yeni ve bağımsız bir Kürt Devleti oluşturma sözü vermişti.  İsyanın temelinde de İngilizlerin bölgesel çıkarları ve cephede yenemeyip bölüp parçalayamadıkları Anadolu’nun bölünmesi, yeni emeklemeye başlamış genç devlette iç karışıklık çıkarma isteği vardı. Kürt Teali Cemiyeti’nin bağımsız bir Kürt Devleti kurma isteğini artırıldı. Hazırlanan bu büyük planların hayata geçirilmesi için kabiliyetli birisini bulmak gerekiyordu. En uygun kişi Şeyh Said olarak seçildi. Şeyh Said tam bir cumhuriyet düşmanıydı ve inkılap karşıtı görüşleri en üst seviyedeydi. 

Irak’ta Şeyh Mahmud Berzencî’yi bir emirlik veya krallık kurabilirsin diye kullanan İngilizler ona; “Hâkimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pekâlâ bir devlet kurabilirsin. Bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz” diye kandırarak, Şeyh Said üzerinden aynı oyunu oynuyorlardı. 13 Şubat 1925 günü İsyana kalkıştılar. İsyan Diyarbakır iline bağlı Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde başladı ve kısa sürede yayıldı.  Hükümet yaptığı büyük çaplı temizlik hareketiyle kısa sürede isyancıları bastırdı. Şeyh Said idam edildi. 

Geçmişteki tekke ve zaviyelerin yerini günümüzde cemaatlerin almaya çalışıyor çabasında görüyorum. Hepsini bir kefeye koymamakla birlikte, gayet masumane görünen dini bütün insanların başını çektiğini zannettiğimiz bu cemaatler son derece tehlikeli olabiliyorlar. Acı gerçeği 15 Temmuz 2016 da yaşayarak gördük. Bunların dini temellere ne kadar bağlı, ne kadar yozlaşmış olup olmadıkları sorgulanabilir. Gördük ki en güvenilir olanı bile dindarlık kisvesi altına kötü emellerini gizleyip kolaylıkla ihanette bulunabiliyorlar. 

Sosyal medyada sıklıkla paylaşılan Mustafa Kemal Atatürk tarafından 17 Aralık 1927 yılında söylenmiş bir vecizeyi hatırlatmak istiyorum.  “Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil; bilakis bu tip yapılar, din ve devlet düşmanı olduğu, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil, yüz yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki; bazı kişiler, bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirine düşeceklerdir”

Bu vecize ve yaşadığımız son acı gerçeğe rağmen günümüzde çok sayıda faaliyet gösteren benzeri cemaatler sıkı denetim ve kontrol altınında tutuluyorlar mı? Tutulmaları mümkün mü? Mümkün değilse kapatılmaları düşünülebilir mi? 

Bazılarımız cemaatlerin onca yurtları var, oralarda barınan öğrenciler ne olacak diye düşünebilir. Onlara sorarım. Bu ülkede Diyanet ve Milli Eğitimin görevi nedir? Her hangi cemaatin açmış yada Özel kişilerin işletmiş olduğu yurtlar devlet kontrolüne alınıp denetim altında tutulabilir. Bana kimse yurtlar denetim altına demesin. Cemaat yurtlarında yetişen öğrencileri görüyoruz, diri diri yandıklarına şahitlik ediyor, yaşanan istismarlara tanık oluyoruz. Sözde denetlemesi gereken bazılarından; bir kereden bir şey olmaz, ana-babalar çocuklarına sahip çıksaymış diyenleri duyoruz. Yurtlarda kaldığı için 15 Temmuzdan sonra memuriyetten atılanları, çoluk çocuğunu, anasını babasını, ailesini geride bırakıp ülkeden kaçanları ve halen ihanet ve hıyanetlerine devam ettiklerini biliyoruz-görüyoruz..!