Vali olduktan sonra mal-mülk sahibi olan Hz. Muaz, elde ettiği birikimini, valilik nüfuzunu kullanma ihtimaline bağlıyor ve onları devlete hibe ediyordu. O, bu hareketiyle elbette bizlere güzel bir örnek oluyordu.
Muaz İbn Cebel (ra).. Medine’nin soylu ailelerinden.. Fahr-i Kainat Efendimiz, Medine’ye teşrif ettiklerinde o, çiçeği burnunda bir delikanlı idi. Hz. Muaz, O’nun teşrifiyle ağzını öyle bir pınara dayamıştı ki, susuzluğunun kanmasına imkan ve ihtimal görmüyordu. O âb-ı kevserden içe içe meleklere benzer bir keyfiyet kazanmış, adeta meleklerden bir melek olmuştu.
İşte bu Muaz İbn Cebel (ra), bir gün borçlanmıştı. İhtimal borçlandığı kimseler daha çok gayri müslimler arasındandı. Alacaklılar tarafından sıkıştırıldığında, iki büklüm çaresiz Resûlü Ekrem’in huzuruna geldi ve borca battığını, alacaklıların kapıya dayandığını ve verecek parasının da bulunmadığını ifade etti. Bir tarla veya bahçesinden başka da herhangi bir mala sahip olmadığını, onun da satılıp satılamayacağını, satılsa bile borcunu ödeyip ödeyemeyeceğini bilemediğini söyledi.
Rasûlullah (sas), alacaklıları çağırdı ve onlardan Muaz’a bir ödeme kolaylığında bulunmalarını istedi. Alacaklıların, almaları gereken son kuruşa kadar alacaklarını ve böyle bir kolaylıkta bulunamayacaklarını ifade etmeleri karşısında Allah Resûlü, çaresiz Hz. Muaz’ın elinde, tarla veya bahçe cinsinden ne varsa satmasını ve böylelikle borçlarını ödemesini söyledi. Hz. Muaz’ın damı, tarlası da satılınca elinde bir şeyi kalmamıştı. Resûlü Ekrem, “Allah sana bir kapı açar” buyurdu.
HZ. MUAZ VALİ OLUYOR
Aradan az bir zaman geçti. Allah Resûlü (sas), Muaz İbn Cebel’i Yemen’e vali tayin etti. Yemen’e gidecek, onlara dini öğretip talimde bulunacak, namazlarını kıldırıp zekatlarına nezaret edecekti.
Hz. Muaz, Allah Resûlü (sas)’nün verdiği vazifeleri yapmanın yanında eline geçirdiği şeylerle ticaret yaptı ve kısa zaman içinde servet sahibi oldu. Allah’ın kendisine ihsan ettiği şeyleri dağıtıp vermesine rağmen durumunu düzeltmiş ve mal-mülk sahibi olmuştu.
Medine’ye döndüğü zaman, Güneşler Güneşi’ni vefat etmiş olarak buldu. Herkes gibi o da Hz. Ebu Bekr’e biat etti ve teslimiyetini arz etti. Zira Hz. Muaz, teslimiyet insanıydı. Daha sonra da evinin yolunu tuttu.
Derken Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in kapısına giderek Yemen’den dönen Hz. Muaz’ın, orada mal-mülk elde ettiğini, ancak bunların, halktan toplananlarla karışabileceği ve en azından orada bulunduğu süre içinde kazanmış olmasının, zihinlerde farklı şeyler çağrıştıracağını ileri sürerek, ana sermayesinin devlete ait olduğunu ve elinden alınması gerektiğini söyledi. İnce ve rakik insan Hz. Ebu Bekr, “Ben Rasûlullah’ın vali tayin ettiği birisini zor duruma düşürmek istemem. Zira O’nu oraya Allah Resûlü gönderdi” cevabını verdi. Bu cevapla tatmin olmayan Hz. Ömer (ra), gidip bu durumu kendisine söyleyeceğini ve ikaz edeceği yönündeki görüşünü ortaya koyarak oradan ayrıldı.
ALINTERİ İLE KAZANMIŞ OLSAM BİLE!
Çok geçmeden Hz. Muaz’a endişelerini dile getirmeye başladı: “Sen, Yemen’e giderken beş kuruş paran yoktu. Ama dönerken, bir servetle döndün. Bana kalırsa bunları Beytülmale iade etmen lazım.” Hz. Muaz ise, yaptığı işin doğruluğuna inanmıştı ve cevap olarak, bunları kendisinin kazandığını ve mülkü olarak kullanmakta mahzur görmediğini söyleyerek geri iade etmedi.
Ertesi gün, Hz. Ömer evinde meşguldü. Kapısı çalındı. Gelen Muaz İbn Cebel’di. Halinden, mahzun ve mükedder olduğu okunuyordu. Yaklaştı ve “Ya Ömer! Sen haklıymışsın. Bu gece bir rüya gördüm. Sel akıyordu. Beni de içine atmışlardı, gidiyordum. Kenardan sen, elini uzattın ve tutup beni dışarıya çıkardın. Anladım ki, alın teri ile kazanmış olsam bile, devlete ve millete ait şu iki kuruş dahi, semere ona bağlı olduktan sonra beni baş aşağı götürecek. Sen haklıymışsın” dedi.
İşte sahabe-i kiram bu kadar hassas bir hayat yaşamışlardı. Onlar yaşamış oldukları bu hayatla hem kendi asırlarını aydınlatmışlar, hem de kıyamete kadar bütün asırlara aydınlık mesajlar göndermişlerdi.
BİR DUA
Kötülükleri uzak eyle
Ey Rabbimiz! Hatalarımızı kar ve dolu suyu ile yıka. Kalplerimizi günahlardan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle ve bizimle günahlarımızın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır. Sen’den dünya ve ahirette afiyet ve bizden kötülükleri uzaklaştırmanı dileriz. Bizi sev, sevdir ve sevindir ya Rabbi!
ALTIN ÖĞÜTLER
Yapmadığın şeyleri insanlara anlatma
İmam Gazali Hazretleri şöyle buyuruyor:
Nasihat etmek kolaydır. Mühim olan onu tutup, gereğince amel etmektir. Bu ise çok zordur. Çünkü benlik ve nefis üstünlüğü olan kişilere nasihat acı gelir, yasaklanan işler ise onların kalplerine güzel ve cazip görünür.
İstediğin kadar yaşa. Nasıl olsa bir gün öleceksin; dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın; istediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin.
Mümkün mertebe kimse ile herhangi bir hususta münakaşa ve münazara etme! Çünkü bunda büyük zararlar vardır. Münakaşa; haset, riya, kibir, düşmanlık, kin, benlik (ego) ve benzeri kötü huyların kaynağıdır. Nasihat etmek ve vaizlik taslamaktır. Bu işi ancak iki şartla yapabilirsin. Birinci şartı: Söyleyeceğin nasihatleri evvela kendin tutacaksın. Ondan sonra başkalarına öğüt vereceksin.
HADİS BAHÇESİ
Annemiz ve babamız cenneti kazanma vesilesi
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimseye yazıklar olsun!” (Riyazü’s-Salihin, Erkam Yayınları)
Hadisin verdiği mesajlar
1. Anne ve baba hangi yaşta olursa olsun, onlara iyilik edilmelidir.
2. Yaşlandıkları zaman yardıma ve himayeye daha çok muhtaç oldukları için kendilerini daima kollayıp gözetmelidir.
3. Anne ve babaya karşı gelmek, onlara kötü davranmak, Allah’ın gazabını çekecek büyük günahlardan biridir.
BİR NÜKTE
Gençler ihmal edilmemeli
Bir milletin yükselip alçalması, o millet içindeki genç kuşakların alacakları ruh ve şuura, görecekleri talim ve terbiyeye bağlıdır. Gençleri iyi yetiştirilmiş milletler, her zaman gelişip ilerlemeye namzet olmalarına karşılık, onları ihmal etmiş milletlerin bir adım ilerlemelerine dahi imkân yoktur.
BİR HATIRLATMA
Kur’an’ı dinlemekle hatim yapılır mı?
Kur’an mukabelesi âdeti ilk olarak Peygamber Efendimiz’le Hz. Cebrail’in Kur’an’ı karşılıklı okumaları, birisinin okuyup diğerinin dinlemesi tarzında başlamıştı.
Bugün cami ve mescitlerimizde bir veya birkaç hâfız her gün bir cüz’ü paylaşarak okuyor; okumasını bilen Müslümanlar Kur’an’dan takip ediyor, bilemeyenler de sadece dinliyorlar. Ramazan’ın son gününde de 30. cüz okunarak Kur’an hatmedilmiş oluyor. Burada sadece Kur’an okuyan hâfızlar değil, hem Kur’an’ı takip edenler, hem de bir ay boyu muntazaman dinleyenler Kur’an’ı hatmetmiş sayılırlar ve sevabını alırlar.
KUR’AN’I DİNLEMEK DE SEVAP
Kur’an’ı dinlemek, okumaktan daha sevaplıdır. Bu husustaki hadislerin meâlleri şöyle:
“Kur’an okuyan için bir sevap, dinleyen için iki sevap vardır.”
“Kim Allah’ın kitabından bir âyeti can kulağıyla dinlerse, onun için iki kat sevap yazılır.”
Demek ki, Kur’an-ı Kerim’i dinlemek, onu okumaktan daha sevaplıdır. Kur’an’ı dinleyen kimse onu dinleme sevabını aldığı gibi, tamamını dinleyen de aynı sevabı kat kat almaktadır.
Kur’an’ı bizzat okuyandan dinleyenin durumu böyle olduğu gibi, teyp, video gibi âletlerden dinleyenler de aynı sevabı alırlar. Çünkü bu âletler aks-ı sadâ olmayıp okuyanın sesinin aynısıdır. Okuyandan bizzat dinlemekle, böyle bir vasıtayla dinleme arasında bir fark yoktur.
Hasılı, Kur’an’ı dinlemek sûretiyle Kur’an sevabını alan kimse, aynı zamanda hatim sevabını da alıyor demektir. Her vesileyle zamanını Kur’an’la değerlendirenlere ne mutlu!
- - -