Boş vermişlik toplumsal bir hastalıktır. Belirtileri, sorumsuzluk, hassasiyetsizlik ve duyarsızlıktır. Bunların giderilmesi ile ancak boş vermişlik hastalığı tedavi edilebilir.
 
Kanunî, ilmine ve öngörüsüne çok güvendiği meşhur âlim Yahya Efendiye önemli bir soru sormak ister. Bunun için de bir kağıda güzel bir el yazısıyla, “Bir devlet ne zaman çöker? Devletimizin akıbeti sence nasıl olur?” diye bir soru yazar. O, kendi devrinde zirveyi bulmuş olan devletin sonunu merak etmektedir. Gelen cevaba göre de kendince yapacakları vardır, tedbir alacaktır.

Mektup Yahya Efendiye ulaşır. Esasen soru çok zor ve ciltlerle kitap yazılacak kapsamdadır. Ancak Yahya Efendi, zor meseleleri az sözle çözmekte usta olan atalarımızın genel üslubuna uygun olarak gelen mektubun arkasına tek cümle yazar ve mektubu padişaha geri gönderir. Yazdığı cümle şöyledir: “Neme lazım Sultanım!”

Bu cevaptan pek hoşlanmaz padişah. Zira, o daha kapsamlı bir cevap; daha doğrusu bir “cevap” beklemektedir. Bu merakla Yahya Efendiye gider. Cevap isteğinde ısrarını bildirir, kendisini geçiştirmemesini ister.

Yahya Efendi, çok düşündüğünü ve cevabı da en uygun bir şekilde ve açık olarak yazdığını söyler. Zira cevapta asırları aşan, bütün zamanların üzerinde olan temel bir düstur vardır. Bunu biraz şerh ederek şöyle açıklar Yahya Efendi:

“Bir memlekette zulüm ve haksızlık çok yayılsa, zulmü görenler ve haksızlığın yayıldığını görenler 'Neme lazım!' diyerek uzaklaşsalar, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların ve kimsesizlerin feryadı göklere çıksa; ama bunu hiç kimse duymasa, yani “neme lazımcılık” başını alsa gitse.. işte o zaman bunların yaşandığı devlet çöker ve yok olur gider.” Yahya Efendi bu minval üzere devam eder açıklamalarına.…

Kanuni bunları büyük bir dikkatle dinler ve hepsini de tasdik eder. Memleketinde hakikati bu kadar açıktan ve net ifade eden bir alim bulunduğu için de Allah'a şükreder.

BOŞVERMİŞLİK TOPLUMSAL BİR HASTALIK

“Neme lazımcılık”ı boş vermişlik kelimesiyle de ifade edebiliriz. Bu anlamda Japonların sanayi ve teknikte ilerlemelerini değerlendirebiliriz. Bir Japon sanayici Japonların ilerlemesini mucize gibi bir şeye bağlamamak gerektiğini anlatır ve yaptıklarının sadece sözlüklerinden bir kelimeyi çıkartmak olduğunu anlatır. Sözlüklerinden ve beyinlerinden çıkardıkları kelime ise neme lazımcıların en çok kullandıkları kelimedir: “Boş vermek” Böyle olunca hiçbir Japon çevresinde olanlara karşı boş vermişlik yapamayacak ve ilerleme yolu açılacaktır.

Boş vermişlik toplumsal bir hastalıktır. Belirtileri, sorumsuzluk, hassasiyetsizlik ve duyarsızlıktır. Bunların giderilmesi ile boş vermişlik hastalığı tedavi edilebilir. İnsan kendini toplumsal problemlerden çeker, etrafında olan olayları görmezden gelir, gördüklerini saklar ve yanı başında yaşanan haksızlıklara müdahale etmeyi neme lazım diye umursamazsa hastalık iyice yerleşir.

NEME LAZIM DEMEYİN!

İşin aslını düşünecek olursak, “neme lazımcılık” bize en uzak olması gereken bir özellik. Zira bizim Peygamberimiz asırlar öncesinden bize gördüğümüz yanlışlığı önce elimizle, yani güç ve imkânlarımızla, gücümüz yetmiyorsa dilimizle, nasihatle müdahale edip düzeltmemizi söylüyor. Ancak insanın bunların hiçbirisine gücü yetmiyorsa veya söylediği zaman yanlışlık katlanacaksa en azından kalbiyle o işe razı olmadığını, onu onaylamadığını göstermesini tavsiye ediyor; tabi bu sonuncusunun imanın en düşük derecesi olduğunu da ilave ederek.

Bu arada “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü bizim atalarımıza ait olamaz. Çünkü onlar, neme lazımcı ve boş veren insanlar değillerdi. Ama günümüzde bu anlayış çok yerleşmiş, hatta sanki marifetmiş gibi atasözü olarak anlatılıyor. Böyle olunca insanlarımız şahitlik yapmaktan, ucu kendilerine dokunabilir diye gördüklerini anlatmaktan çekiniyorlar. Ancak devlet veya bizim manevi hayatımız ne zaman çöker sorusunun cevabı da burada. İnsanlar her olay karşısında “Neme lazım, ucu bana dokunur, belaya bulaşmayayım” derse ortada ne devlet kalır, ne de manevi hayat adına bir düzen.
 
BİR SORU-BİR CEVAP

Şeytan niye yaratıldı?

Şeytan, verdiği vesveselerle sürekli olarak insanları saptırmaya çalışan, ateşten yaratılmış, azgın ve kibirli varlıklara verilen addır.

Kur’an’da ilk şeytandan “İblis” diye söz edilir ve “… İblis cinlerdendi, Rabb’inin emrinin dışına çıktı.” denilerek onun aslında bir cin olduğu belirtilir. İblis’in cin olduğunu ortaya koyan diğer bir delil de onun da diğer cinler gibi ateşten yaratıldığının belirtilmesidir.

Bir zamanlar kendisine melekler arasında yer verilen bu ilk ve en büyük şeytan olan İblis, sonradan kibrine yenilerek Allah’a muhalefet eden bir varlık konumuna düşmüştür: Nitekim “O vakit meleklere: “Âdem için secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu.” ayet-i kerimesi bu hakikati ifade etmektedir.

Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir diyalektik ile Cenab-ı Hakk’ın “Sana emrettiğim hâlde seni secdeden alıkoyan neydi?” sorusunu, “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu çamurdan yarattın.” şeklinde cevaplandırmıştır. Bu durumda, İblis’in yaratılışı cebrî olmasına karşılık, onun şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur.

Şahsına ait yanları itibarıyla hiçbir zatî değer ve kıymeti olmayan bu lânetlenmiş varlığın, pek çok hikmete binaen yaratılmış olduğunda şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insanların yükselmeleri ve alçalmaları adına oynadığı roldür. Yüce Yaratıcı, şeytanı insanın manen yükselip terakki etmesine ve kemaline sebepler dünyasında bir vesile kılmıştır. İnsan fıtratındaki birçok duygunun inkişafını, şeytan ile mücadele etmeye bağlamıştır.
 
BİR DUA

Kötülükleri uzak eyle

Ey Rabbimiz! Hatalarımızı kar ve dolu suyu ile yıka. Kalplerimizi günahlardan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle ve bizimle günahlarımızın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır. Sen’den dünya ve ahirette afiyet ve bizden kötülükleri uzaklaştırmanı dileriz. Bizi sev, sevdir ve sevindir ya Rabbi!

HİS DÜNYASI

Seni seven aşıkların
Seni seven aşıkların
Gözü yaşı dinmez imiş
Seni maksud edinenler
Dünya ahret anmaz imiş
 
Gönlün sana verenlerin
Eli sana erenlerin
Gözü seni görenlerin
Devranları dönmez imiş
 
Ölmez imiş âşık canı
Hiç çürümez imiş teni
Aşk her kimi kıldı fani
Ana zeval ermez imiş
 
Aşkına düşen canların
Yoluna ateş verenlerin
Aşka bülbül olanların
Kimse dilin bilmez imiş
 
Aşkın ile bilişenler
Senin ile buluşanlar
Sen maşuka erişenler
Ezel ebed olmaz imiş
 
Eşrefoğu Rumi senin
Yansın aşkın odun canın
Aşk oduna yanmıyanın
Kalbi safi olmaz imiş
Eşrefoğlu Rumi
 
REHBER İNSAN

İki Cihan Güneşi, nezaket âbidesiydi

Peygamber Efendimiz (sas) bazı insanların kötü, kaba, alaycı söz ve davranışlarına karşı yumuşaklıkla yaklaşmış, hoşgörülü davranmıştı. Huzurunda bulunan hiç kimse Allah'ın Elçisi'nin (sas) kendisine karşı kaba veya küçümseyici bir tavrını dahi hissetmemişti. Hiçbir sözüyle, hareketiyle ya da imayla dahi olsa kimseye hakaret etmemiş, küçük düşürücü davranışta bulunmamıştı. Hiç kimseyi arkasını dönüp terslememişti. Onun meclisinde oturan herkes ortak bir saygı ve ihtimama maruz kaldıklarını bilirdi.

Arkadaşlara nazik davranmanın hayırlı bir iş, her hayırlı işin de bir sadaka olduğunu söylüyordu. "İçinizden en iyi olanınız şahsiyet ve ahlak olarak en iyi olanınızdır" diye buyuruyordu. Bir defasında da cennette içi dışından, dışı da içinden görülebilen yüksek köşkler bulunduğunu müjdelemişti. Bunu işiten bir bedevi bu binaların kimler için olduğunu sordu. Resulullah da (sas) bunların nazik ve tatlı konuşanlar için olduğunu söyledi.
 
ÖRNEK HAYATLAR

Taş mı sert, kafa mı?

Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duy­mazdı. Günlerden bir gün kararını verdi:

- Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu du­rumda okuyamam. İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine döneyim. Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı. İçeriye girdi. Bir köşeye büzüldü. Sonra uzanıverdi.

Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan su­ya takıldı. Yukarda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu. Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?

Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su dam­laları senelerce aka aka sert taşları deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını din­lerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi.

- Benim kafam şu taştan daha sert değil ya, diye söy­lendi. Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları, kalın da olsa, kafada iz bırakırlardı.

Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hattâ zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki kitapları hâlâ ellerde dola­şır. Bu yüzden kendisine “Taş oğlu” mânasına gelen “İbn-i Hacer” dendi. İbn Hacer, zamanla döneminin en mühim alimlerinden birisi oldu.

Hiç kimse “ben bu işi yapamam, kafam bu işe basmıyor” dememeli. Dinledikten, direndikten ve çalış­tıktan sonra anlaşılmayacak konu yoktur.
 
ALTIN ÖĞÜTLER

Yapmadığın şeyleri insanlara anlatma

İmam Gazali Hazretleri şöyle buyuruyor:

Nasihat etmek kolaydır. Mühim olan onu tutup, gereğince amel etmektir. Bu ise çok zordur. Çünkü benlik ve nefis üstünlüğü olan kişilere nasihat acı gelir, yasaklanan işler ise onların kalplerine güzel ve cazip görünür.

İstediğin kadar yaşa. Nasıl olsa bir gün öleceksin; dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın; istediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin.

Mümkün mertebe kimse ile herhangi bir hususta münakaşa ve münazara etme! Çünkü bunda büyük zararlar vardır. Münakaşa; haset, riya, kibir, düşmanlık, kin, benlik (ego) ve benzeri kötü huyların kaynağıdır. Nasihat etmek ve vaizlik taslamaktır. Bu işi ancak iki şartla yapabilirsin. Birinci şartı: Söyleyeceğin nasihatleri evvela kendin tutacaksın. Ondan sonra başkalarına öğüt vereceksin.

HADİS BAHÇESİ

Annemiz ve babamız cenneti kazanma vesilesi

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimseye yazıklar olsun!” (Riyazü’s-Salihin, Erkam Yayınları)

Hadisin verdiği mesajlar

1.
Anne ve baba hangi yaşta olursa olsun, onlara iyilik edilmelidir.

2.
Yaşlandıkları zaman yardıma ve himayeye daha çok muhtaç oldukları için kendilerini daima kollayıp gözetmelidir.

3.
Anne ve babaya karşı gelmek, onlara kötü davranmak, Allah’ın gazabını çekecek büyük günahlardan biridir.
 
BİR NÜKTE

Gençler ihmal edilmemeli

Bir milletin yükselip alçalması, o millet içindeki genç kuşakların alacakları ruh ve şuura, görecekleri talim ve terbiyeye bağlıdır. Gençleri iyi yetiştirilmiş milletler, her zaman gelişip ilerlemeye namzet olmalarına karşılık, onları ihmal etmiş milletlerin bir adım ilerlemelerine dahi imkân yoktur.

BİR HATIRLATMA

Kur’an’ı dinlemekle hatim yapılır mı?

Kur’an mukabelesi âdeti ilk olarak Peygamber Efendimizle (a.s.m.) Hz. Cebrail’in Kur’an’ı karşılıklı okumaları, birisinin okuyup diğerinin dinlemesi tarzında başlamıştı.

Bugün cami ve mescitlerimizde bir veya birkaç hâfız her gün bir cüz’ü paylaşarak okuyor; okumasını bilen Müslümanlar Kur’an’dan takip ediyor, bilemeyenler de sadece dinliyorlar. Ramazan’ın son gününde de 30. cüz okunarak Kur’an hatmedilmiş oluyor. Burada sadece Kur’an okuyan hâfızlar değil, hem Kur’an’ı takip edenler, hem de bir ay boyu muntazaman dinleyenler Kur’an’ı hatmetmiş sayılıyorlar ve sevabını alıyorlar.

Kur’an’ı dinlemek, okumaktan daha sevaplıdır. Bu husustaki hadislerin meâlleri şöyle:

“Kur’an okuyan için bir sevap, dinleyen için iki sevap vardır.”

“Kim Allah’ın kitabından bir âyeti can kulağıyla dinlerse, onun için iki kat sevap yazılır.”

Demek ki, Kur’an-ı Kerim’i dinlemek, onu okumaktan daha sevaplıdır. Kur’an’ı dinleyen kimse onu dinleme sevabını aldığı gibi, tamamını dinleyen de aynı sevabı kat kat almaktadır.

Kur’an’ı bizzat okuyandan dinleyenin durumu böyle olduğu gibi, teyb, video gibi âletlerden dinleyenler de aynı sevabı alırlar. Çünkü bu âletler aks-ı sadâ olmayıp okuyanın sesinin aynısıdır. Okuyandan bizzat dinlemekle, böyle bir vasıtayla dinleme arasında bir fark yoktur. Her iki halde de değişen bir şey bulunmamaktadır. Yani Kur’an’ın lafzında, kelime ve âyetlerinde bir değişiklik mevzu bahis değildir.

Hasılı, Kur’an’ı dinlemek sûretiyle Kur’an sevabını alan kimse, aynı zamanda hatim sevabını da alıyor demektir. Her vesileyle zamanını Kur’an’la değerlendirenlere ne mutlu!