İnsan, çoğu zaman kendi yaptığı yanlışları göremiyor. Etrafında bulunan arkadaşları ise “kırılmasın” endişesiyle o kişinin yüzüne karşı hatalarını söyleyemiyor. Halbuki sevdiğimiz insanların yanlışlarını da yüzlerine karşı söyleyebilmeliyiz.
Birbirimize karşı hep pozitif yanlarımızı söylerken, negatif yönlerimizi söylemekten kaçınabiliyoruz. Maalesef bu durum, her ne kadar iyi niyetli olsak da yakınımızda olan insanların kusurlarını devam ettirmelerine sebep olabiliyor. Halbuki iyi bir zaman ve mekanını kollayarak sevdiğimiz insanların yanlışlarını da yüzlerine karşı tatlı ve uygun bir dille söyleyebilmeliyiz.
Aslında eksiklik duygusu, insanın gelişimi için gereklidir. Ama çoğumuz bu duyguyu kabul etmek istemeyiz. Çünkü eksiklik, toplumsal değer yargılarına göre arzu edilmeyen bir durumdur. Bu nedenle, eksik yönlerimizi ancak bazı durumlarla yüz yüze geldiğimizde kabul ederiz. Eksiklik duygusu, meydana getirdiği hoşnutsuzluğa karşın yaşanması kaçınılmaz bir olgudur. Üstelik insanın yaşamını sürdürebilmesi ve gelişebilmesi için zorunludur. Çünkü, eksikliğin fark edilmesi insanı harekete geçirir.
HARUN REŞİT AĞLIYOR
Sözün burasında bir kıssa anlatalım: Harun Reşit halife olur. Bir eski dostu ve arkadaşı olan Allah dostu Süfyan-ı Sevrî’nin de kendisine gelip biat etmesini bekler. Ama, Süfyan-ı Sevri hiç de onun gibi düşünmez. Derken Harun Reşit artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevri’ye gönderir. Mektubunda biraz da ona sitem ederek: “Herkes geldi biat etti, hediyelerini aldı. Halbuki benim gözlerim hep seni bekledi.” der. Hazret, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem” der. Sonra da cevabı aynı kağıdın arkasına yazdırır. Talebesi, kullanılmış bir kağıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz anlamında itirazda bulunsa da, bu büyük insan ona şu cevabı verir: “Eğer bu kağıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok.”
Sonra da talebesine şunları yazdırır: “Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin.” diye başlayarak uzun uzun ikazlarda bulunarak Harun Reşit’in yanlışlarını anlatır. Hadisenin gerisini, Harun Reşit’in sarayında bulunan bir şahıs bize şöyle nakleder:
Harun Reşit, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da, “Senin gibi bir hayırhâh ve dost esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman kaymaktan kurtulmuş olurdum.” diyordu.
ALLAH’IN EN BÜYÜK LÜTFU
Belli bir terbiye çerçevesinde birbirimizi ikaz etmeye kendimizi alıştırmalıyız. Bu ikaz etme meselesi yüz yüze yapıldığı takdirde gıyabında konuşma da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Burada üslup meselesinin önemi bir kere daha ortaya çıkıyor. Bu tür bire bir diyaloglarda, perdeyi yırtmadan, muhatabı söz ve tavırlarla rencide etmeden ve suçlayıcı ve karalayıcı bir üslup kullanmadan, yol gösterici mahiyette tamamen Allah rızasını gözeterek hareket etmek ciddi önem arz ediyor. Bu bir ahlâk haline getirildiğinde hem kardeşlik duygusu gelişmiş olacak, hem de gıybet kapısı kapanmış olacaktır.
Allah’ın, bir insana en büyük lütfu, ona kendi ayıplarını göstermesidir. Basiret sahibi insanlar, kendi kusurlarını fark etmeyi, Allah’ın, gösterdikleri kulluk performansının bir neticesi ve lütfu olarak görebilir ve kendilerini düzeltebilirler. Herkesin bir hayırhâh (kendisini ikaz eden bir dost) edinmesi, kusurlarını düzeltmesi için düşünülen çok tesirli çarelerden biridir. Çünkü hayırhah bir dost, hayatımızdaki pek çok sırrı bilen, bizimle üzüntülerini, sevinçlerini paylaşan, bazen ailemizden bile daha yakın gördüğümüz kişilerdir. Onlar bizim eksik yanlarımızı, zaaflarımızı, olumlu taraflarımızı kısaca bize dair birçok şeyi en iyi bilen insanlardır.
İşte biz de böylesine samimi olduğumuz bir arkadaşımıza “Bende gördüğün her türlü yanlış ve eksikleri yüzüme karşı söylemen için sana yetki veriyorum” diyerek bir hayırhâhlık mukavelesi imzalayabiliriz. Bizi devamlı hayra çağıran bir hayırhâhımızın olması istikametimizi korumamıza yardımcı olacaktır.
BİR SORU-BİR CEVAP
Evlilik çocuk yapma fabrikası mı?
Aile, toplumun en hayati bir parçası ve ilk nüvesidir. Aile, kutsal bir müessesedir ve bunun da en önemli esası nikahtır. Evlenmeyi sadece çocuk yapma fabrikası veya cismanî arzuların tatmin vasıtası olarak değerlendirmek yanlıştır. Evlilikte çocuk edinme mevzuunda önemli olan Allah'ı ve Resulü’nü memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır.
“Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: Rabbim, bana nezdinden tertemiz bir nesil ihsan eyle! Şüphesiz Sen duayı hakkıyla işitensin, dedi.” (Al-i İmran, 3/38) ayet-i kerimesindeki Hz. Zekeriyya'nın yakarışları adeta bu hakikati dile getirmektedir. Dikkat edilecek olursa, ayette Hz. Zekeriyya, Allah’tan sadece “nesil” değil, “tertemiz nesil” istemektedir. Bu, yukarıda da ifade edildiği gibi Allah ve Resulü’nü memnun ve hoşnut olacağı tertemiz bir nesildir.
Peygamber Efendimiz'in “Evlenin, çoğalın. Zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” hadisini de bu çerçevede değerlendirmek daha uygun olacaktır. Hadiste geçen “iftihar ederim” ifadesi çok önemlidir. Zira burada istenilen Peygamberimiz'in çokluğuyla iftihar edeceği bir nesildir. Dolayısıyla okuma imkanı bulamamış, cahil kalmış, içki ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara müptela olmuş, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesilden Peygamber Efendimiz'in iftihar etmesi söz konusu olamaz. O'nun çoğalmasını istediği nesil, vatanına ve milletine aşık, milli-manevi dinamiklerine bağlı, çağın en son gelişmiş teknikleri ışığında eğitilmiş bir nesil olmalıdır.
Netice itibariyle evliliklerde çocuk sahibi olma mevzuunda önemli olan keyfiyetsiz bir sayı çokluğu değil, milli ve mana köklerine bağlı, Allah nazarında makbul, keyfiyetli ve iftihar edilebilecek bir nesildir.
BİR DUA
İşlerimizin sonunu hayr eyle
Allah’ım! Bütün işlerde bizim sonumuzu hayra erdir. Dünyanın rezil ve rüsvaylığından ve ahiret azabından bizleri koru. Allah'ım! Kötü ahlâkın her çeşidinden, Senden uzaklaştıran amellerden, fena arzu ve heveslerin bütününden Sana sığınırım. Göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa hoşnut olmayacağın şeylerle bizi baş başa bırakma!
HİS DÜNYASI
Düzenli dünya
Bayılırım şu düzenli dünyaya
Kışı yazı
Baharı güzü
Gecesi gündüzü sırayla
Ağaçların kökü içerde
Bütün ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Bütün insanların aklı başında
Beş parmak yerli yerinde
Baş, işaret, orta, yüzük, serçe
Diyelim kalksa da serçe
Orta parmağa doğru yürüse
Ne haddine!
Yahut akasyanın biri
Başını toprağa daldırdığı gibi
Bir gezintiye çıksa
Merhaba kestane, merhaba çam
Selamun aleyküm, aleyküm selam
Kimsin, nesin, nerelisin, derken
Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden
Bir uğultudur başlar rüzgarda
Kökü dışarda, kökü dışarda...
Yahut ne olur koca bir dağ
Baş aşağı gelsin...
Aman Allah göstermesin.
Bayılırım şu düzenli dünyaya
Altta ölüler
Üstte diriler
Gel keyfim gel!
Melih Cevdet Anday
REHBER İNSAN
Çocukları ve torunlarıyla ilgilenirdi
Peygamber Efendimiz (sas), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i sırtına alıp halkın içine çıkardı. Bir gün iki torunu sırtındayken eve Hz. Ömer (ra) geldi. Onları öyle görünce, “Ne güzel bineğiniz var.” dedi. Allah Resulü ise şöyle dedi: “Ne güzel süvariler onlar.”
Allah Resulü, bütün evlatlarını, torunlarını canı gibi sever, sevgisini de onlara hissettirirdi. Ne var ki, bu sevgisinin suiistimal edilmesine izin vermezdi. Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan henüz küçük oldukları için sadaka hurmalarından alır; Efendimiz (sas) bunu görünce onlara, “Bize sadaka hurması haramdır.” der ve o hurmaları yemelerine izin vermezdi.
Medine’ye her girişinde bindiği hayvanın üzerinde, Allah Resulü’ne sarılmış birkaç çocuk görmek mümkündü. Bu da Nebi (sas)’nin sadece torunlarına ilgi göstermediğini ortaya koyuyor.
Peki sadece erkek çocuklar mı ilgi görüyordu? Tabii ki hayır! Kız çocuklarını da onlardan ayırt etmiyordu. Torunu Ümame’yi de sırtına alır, bazen böylece evin dışına çıkardı. Bazen kıldığı nafile namazda Ümame’yi sırtına aldığı olurdu. O dönemde kız çocukları utanılacak bir durum olarak görülüyordu. Ama Allah Resulü, sırtında bir kız çocuğuyla çıkarak ve ona sevgi gösterisinde bulunarak bu inancın ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
ÖRNEK HAYATLAR
Bedenini Allah Resulü’ne kalkan yapan hanım: Hz. Nesîbe
Lakabı Ümmü Ümare olan Hz. Nesibe bin Kaab (radiyallahu anhâ), Uhud’a eşi Abdullah b. Zeyd ve oğulları Abdullah ile Habib’i göndermişti, onlar savaşacaktı. Kendisi de savaşta yaralanacak sahabilerin tedavisi için orada bulunuyordu. Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Allah Resulü’nün etrafında etten kemikten kale, parça parça olup devriliyor ve hain eller adım adım ona doğru yaklaşıyorlardı. Orada artık her gayz ile bilenen kılıç, O’nun için bileniyor, her nefretle atılan ok, O’nun için atılıyor, her kalkan mızrak O’na doğru kalkıyor ama bütün bunlar gidip bir müminin bağrına saplanıyordu. Bir an gelmiş ki, adeta kırılmadık kol, kesilmedik baş kalmamıştı. Tam bu esnada Allah Rasulü üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek: “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince, Hz. Nesîbe elindeki sargıları, belindeki matarayı atarak “Ben Ya Resulallah!” cevabını vermiş ve müdafaa hattında yerini almıştı. Artık şimdi o, bir arslan gibi elindeki kılıçla sağa sola saldırıyor ve Resulullah’a yaklaşanların hadlerini kılıcıyla veriyordu.
O, Allah Resulü’nün önünde mücadelesini devam ettirirken oğlunun kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini görür, koşar onu sargı ile sarar ve elini sırtına vurarak: “Git Rasulullah’ın önünde savaş evladım” der. O çocuğunu savaşa gönderdikten sonra Allah Rasulü ona şöyle buyuruyor: “Senin şu yaptığına kim takat getirebilir, kim dayanabilir ki?” Bunu yakalayan (duyan) büyük kadın: “Allah’a dua et, beni cennette seninle beraber eylesin” der. Ve Allah Rasulü ellerini kaldırarak yüzünden sırtından ve kolundan kanlar akan bu kadına dua eder: “Allah’ım cennette onu benimle beraber kıl.”
ALTIN ÖĞÜTLER
Cahil ile samimi olma!
Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen, bir peygamber mi yoksa veli mi olduğu hususunda ihtilaf olan Hz. Lokman’ın şu nasihatlerine beraberce kulak verelim:
Sakın ha tevbeyi sonra yapayım deme. Zira ölüm ansızın geliverir.
Cahil ile samimi olmayı arzu etme ki, o, yaptığı kötü ve yanlış işleri senin de doğru bulduğunu düşünmesin.
Öğrendiğin bilgilerin gereklerini tam olarak yerine getirmedikçe, bilmediğin diğer hususları öğrenmeye kalkışma.
HADİS BAHÇESİ
Seven sevdiğini anar
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyuruyorlar: “Sübhanallah ve-l hamdülillah ve la ilahe illallah, Allahu ekber” sözlerini söylemem benim için güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha sevgilidir. (Riyazü’s-Salihin, Erkam Yayınları)
(Sübhanallah ve-l hamdülillah ve la ilahe illallah, Allahu ekber: Allah ne kusursuz, ne kadar güzel, Ne kadar sonsuzdur. Onu över ona hamd ederim. Ondan başka ilah yoktur, yalnız ona kulluk edilir mülk onundur. O en yüce, en büyük, en kuvvetli en azizdir.)
Hadisin verdiği mesajlar
1. Allah’ı zikretmek, O’nun yüce adını anmak bize her şeyden daha sevimli ve sevgili gelmeli.
2. Güneşin üzerine doğup battığı her şeye sahip olan mı, yoksa bu sözleri söyleyip yüreğinde taşıyan mı daha zengin bir düşünelim!
3. Seven sevdiğini anar.
BİR NÜKTE
Sabır en büyük hazinedir
Sabır kurtuluşa ermenin sırlı-sihirli anahtarıdır; sabreden bir kimse mutlaka aradığını bulur. Günahlar karşısında dişini sıkıp onlardan uzak kalan ve musibetleri takdir-i ilahî bilip onlara güzelce tahammül gösteren sonunda Cennete girer. Hasımlarının değişik komplolarına rağmen çizgisini koruyan, durduğu yerin hakkını veren ve hep mü’min karakterinin gereğini sergileyen de er ya da geç zafere erer.
BİR HATIRLATMA
İftara yetişmek için acele edip kaza yapmayın
Sürücülerin özellikle iftar saatine doğru, kan şekerinin düşmesinden de kaynaklanan aceleci ve sabırsız davranışlar sergilemesinin trafik kazalarına sebebiyet verdiği belirtiliyor. Özellikle büyük şehirlerde sürücülerin iftara evlerine yetişmek için acele etmeleri, istenmeyen kazalara sebep olabiliyor. Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü istatistiklerine göre, Ramazan ayında trafik kazalarının yüzde 35 oranında arttığı, kazaların özellikle öğle ve iftar saatlerinde yoğunlaştığı ifade ediliyor. O yüzden aman dikkatli olun, iftara yetişeyim diye hız yapmayın. Beş-on dakika geç de olsa kazasız bir şekilde iftarınızı evde açmanın huzurunu yaşayın.