Yunan uygarlığının zirve yaptığı ve yıkıldığı yıllarda Avrupa vahşi bir toplumdu. Roma zamanında da öyle.
Ortaçağ Avrupası ise engizisyon etkisiyle vahşi ve cahil bir toplum olarak kaldı. 1500'lü yıllara-Rönesansa kadar ne bilimde ne de sanatta önemli bir varlık göstermiş değildi.
8.yüzyıldan 14.yüzyıla kadar Buhara, Semerkant, Merv gibi Türk şehirleri; Bağdat, İskenderiye, Endülüs gibi İslam bölgeleri Yunan'dan bilimin ışığını devralarak bunu derin Doğu bilgeliğiyle birleştirerek felsefe, matematik, astronomi, tıp ve kimya alanında büyük bilim insanları yetiştirdi. İbni Rüşd'ün Aristo denginde bir filozof ve alim olduğu yabancı kaynaklarda da dile getirilmektedir.
Bu coğrafyalar özellikle Ahmet Yesevi, Ömer Hayyam, Mevlana, Yunus Emre gibi Horasan ve Anadolu'da çok sayıda halk filozofu da yetiştirerek manevi yönleri çok güçlendirilmiş toplumların oluştu.
Bilimin ışığı özellikle Endülüs kanalıyla Avrupalılar'a geçmiş, coğrafi keşiflerle de hammadde kaynaklarına kavuşmuşlardı. Rönesans ve takiben Endüstri devrimi Avrupa'nın İslam alimlerinin kitaplarından öğrenerek uyguladığı bilim ve sömürgelerden gelen hammaddeler sayesinde oldu.
Avrupa, İslam bilginlerince 1400'lü yıllara kadar 600 yıl beslenen bilim havuzuna 1600'lü yıllara kadar pek bir şey ekleyemedi. Yani (Roma ve Yunan dışında)vahşi kökenli olan Orta ve Kuzey Avrupa son 400-500 yıldır vardır.
Bu durumdan kaynaklanan şu hususlar önemlidir:
1- Felsefi derinliğin Doğu felsefeleri kadar olmaması nedeniylr insanı meta olarak algılayan vahşi kapitalizm Avrupa'da doğdu,
2- Aynı sebepten insanların vahşice katledildiği köle yapıldığı sömürgecilik Avrupalılarca başlatıldı.
3- Felsefi derinliğin sığlığı nedeniyle hümanist anlayışlarının gelişmemesi yüzünden en vahşi savaşlar, ırkçılık ve soykırımlar Avrupa'da yaşandı.
4- Bu sığlık, endüstri devrimiyle kendi insanlarını da sömürü metasına döndürdü, doğayı kirleten teknolojiler de aynı sebepten kaynaklanıyor.
5-İnsanlar tüketim çılgını halinde kapital sahiplerine çalışıyor ve "herşey" para ile ifade ediliyor...
Çok sayıda örnek vermek mümkündür. Etik temellerden ve sonuçlarının meydana getirdiği felaketler açısından bakıldığında Avrupa'nın ortaya koyduğu "bilim-yaşam tarzı-ekonomik sistem" doğaya ve insanlığa aykırıydı.
Avrupa ilkçağ Yunan filozoflarının tabiatı ve insanı veri alan ve onu tanımayı amaçlayan görüşlerini terk etmiş özellikle Descartes'tan sonra tabiat bir meta seviyesine indirilmiş istenildiği gibi kullanılabileceği belirtilmiştir. Takiben de insanın metalaştırılma sürecine girilmiştir. Günümüze gelince; Pragmatizmin oportünizmi desteklediği bir felsefi bakışın egemen olduğu bu tarz toplumlarda herşey 'araç' olmaktan öte anlam kazanamaz. Bu uygarlık değildir. Doğa ve insan sömürüsü üzerine kurulu sonu felakete giden bir yapıdır. Çünkü, Avrupa vahşi kökenden gelmiş sığ bir bölgedir, Avrupa'nın, Doğu felsefesinin derinliğine ulaşması için "felsefi olgunluk için geçmesi gereken" uzun yüzyıllar belki binyıllar yaşanmalıdır.
Kızılderililer, İslam ve bir çok doğu toplumu hayat felsefelerinin hem doğa hem de insana verdiği değer ve bu sayede "insanlığı ve tabiatı tahrip etmeden" yaşamanın sırlarını bulmakla daha üstün toplum olma özelliği gösterirler.
Kısaca, Avrupa'nın 'henüz olgunlaşmadan' eline 'güç' geçmiştir. Avrupa'nın evrensel hukuk veya etik üretmesi ve bunun sayılan sebeplerle samimiyeti ve sürekliliği şüpheli bir durumdur.
Avrupa kültürünün ve bu kültür kökenli toplumların bu yüzden insan ve doğa üzerinde tehdit unsuru olarak algılanması, temkinli hareket edilmesi gerekir.