Türkiye artık eskisi gibi zayıf, kırılgan, ekonomisi dibe vurmuş, dış politikada pasifliğe mahkum edilmiş bir ülke değil. Bilakis özgürlük kapılarının ardına kadar açıldığı, düşüncenin önündeki engellerin kaldırıldığı, insan haklarında önemli mesafelerin katedildiği, üst segment grupta yerini almış seçkin bir ülke konumunda. Ayrıca ekonomik yönden dışa bağımlılık son derece azalmış, sosyal haklar yönünden gelişmiş, müreffeh ve çok daha özgür bir ülke.

Bir yandan yurtiçinde ihanet ve terörle mücadele, diğer yandan yurtdışında ulusal güvenlik için askeri operasyonlar yapılıyor olsa da, esas ülke olarak üzerinde durulması gereken konuların en ehemmiyetlisi toplumsal barışın tehdit altında olduğu gerçeğidir.

Çünkü insanımız ne yazıkki kendi milli kimliği, milli kültürü ve doğru din anlayışından oldukça uzaklaşmış, medeni ölçüler içinde karşılıklı mutabakat sağlayamaz, uzlaşı kuramaz bir toplum haline gelmiştir. Toplumda olması gereken karşılıklı güven duygusu son derece örselenip, zedelenmiş, sorunlar gittikçe birikerek, büyümüştür.

Toplum, Türk Kürt, Alevi Sünni, dindar laik, sağcı ve solcu gibi birçok farklı katmanlara ayrılmış, düşünce farklılığından kaynaklanan kutuplaşmalar ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. Sosyal sorunlar, psikolojik rahatsızlıklar, organize suçlar, kadın cinayetleri ve taciz gibi sorunlar toplumdaki gerilimi giderek artırmıştır.

Bazı televizyon programları ve sosyal medyanın yanlış kullanımının zararları, ahlaki ve kültürel alanda ciddi bir zihin kirliliğine yol açmıştır. Şiddet, kavga ve münakaşa futbol maçlarından TV ekranlarındaki tartışma programlarına kadar neredeyse sosyal hayatın her alanına girmiştir. Galip gelmek, muvaffak olmak, başarıyı yakalamak için her yol mübah, her yapılan caiz görülmektedir. Hak elde etmek için dahi mahkemelere değil, kaba kuvvete başvurulur duruma gelinmiştir.

Kul hakkını ihlal etmek, fırsatı bulduğunda ezmek, sindirmek ve boyun eğdirmek normal ve doğanın kanunu gibi düşünülmektedir. Kişisel hırs, çıkar ve menfaatler toplum menfaatlerinin üstünde görülmekte hayatın hemen her alanında memnuniyetsizlik, sabırsızlık ve tatminsizlik çok rahat gözlemlenmektedir.

Eskiden insanların etnik kökeni, gönül verdiği siyasi partisi veya grubunun çokta fazla bir önemi yoktu. Oysa günümüzde tüm bu farklılıklar, bir insanı ötelemek, yabancılaştırmak, tefe koymak, afaroz etmek ve husumet beslemek için yeterlidir. Medeni ölçüler içinde çevremizdekilerle, iş arkadaşlarımızla, komşularımızla, yakınlarımızla münasebetlerimizi sürdürmekte zorlanıyoruz.

Geçmişte insanlar evinin anahtarını, değerli eşyasını hatta ailesini bile komşusuna emanet edebiliyordu. Şimdi ise güven duygusunun zayıflamış olmasından dolayı, çocuğunu okula götüren servis şöförüne bile itimad edemiyor?

Öte yandan günümüz insanlarında bir iletişim problemide söz konusu. Karşılıklı ilişkilerde saygı yerine kin, nefret ve öfke dili kullanılıyor. Eğitimli ve aydın olanlar dahi karşısındakinin farklı bir düşünceye sahip olduğunu anladıklarında tarz olarak tehdit, iğneleme ve hakareti iletişim metodu olarak benimsiyor. Kısaca herkes herşeyi mükemmel derecede bildiğini zannediyor, herşeyin en iyisini kendisinin yaptığını öngörüyor.

Oysa bir insanın, sosyal hayatın içinde sırf farklı bir düşünce ve değerlere sahip diye, tehdit oluşturmadığı müddetçe kendisine düşmanca tavır alınması yahut tekfir edilmesi son derece yanlıştır. Saygılı ve hoşgörülü olunması ise evrensel bir kuraldır.

Zaten toplumsal barışın ön şartı, başka inanış, fikir ve yaşam tarzına karşı anlayışlı ve toleranslı olma zorunluluğudur. Yani kafada ve gönülde barış ve sevgi yoksa, toplumda da barış ve sevgiden bahsedilemez. Toplumsal yaşam insanlar için nasıl bir ihtiyaç ise bir arada yaşamakta o derece bir zarurettir. Bundan başka bir seçeneğin olmadığıda bilinmelidir.

İşte bu yüzden toplumsal barışı ve uzlaşı kültürünü geliştirecek etkili önlemler ivedi bir şekilde alınmalı, kurtuluş reçetesiyle birlikte çözüm için bir ıslah projesi yapılmalıdır. Aksi takdirde kutuplaşma, zıtlaşma ve çatışma toplumu bozarak hem bugünümüzü hem de yarınlarımızı tesiri altına alacaktır.

Tüm bu sorunların çözüme kavuşması ve sosyal ilişkilerin geçmişte olduğu gibi yeniden tanzim edilmesi ise eğitim ve doğru bir din anlayışı ile sağlanabilir.
Bir insanın toplumla kaynaşması ve bütünleşmesini sağlamak uzun süreli bir eğitim sürecini gerektirmektedir.
Ailede başlayan bu süreci eğitim kurumlarında devam ettirmek, dini yönden de toplumu bilgilendirmek gereklidir. Dinin sosyal barışa yönelik mesajları, insan sevgisi ve değeri, insanlığa hizmetin önemi, kardeşlik ve vatandaşlık bilinci topluma aşılanmalıdır.

Eğitim ve doğru bir din anlayışının toplumsal barışın, birlik ve beraberliğin teminatı olduğu bilinmeli, yaşanan kaos ve kargaşaların da el freni olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan toplum içinde sağlıklı düşünebilen bireylerinde en önemli vazifelerinden biri, toplumsal barışı sağlamaya çalışmak ve bunu kararlılıkla sürdürmek olacaktır.

Hulasa olarak; farklılıkları özümseyip içselleştiremeyen, dini inançlarında samimi olmayan, kul hakkına riayet etmeyen, vatanına, milletine ve bayrağına sahip çıkmayan, memleketinin sorunlarına duyarsız kalan, düşenin elinden tutmayan, yaratılmışı sevmeyen, muzır, her yerde arıza çıkaran, varlığıyla, tutumlarıyla etrafına zarar veren bir insan, statüsü, eğitimi, kişiliği her nasıl olursa olsun, iyi bir insan, iyi bir Müslüman ve iyi bir vatandaş olamaz.
Kendisine, faziletli ve erdemli kişi denilemez.