(Bartın Gazetesi'nin 7 Aralık 2020 tarihli sayısından bir Mehmet Demircioğlu yazısı)

Ve ANALİZİ..

Önce okuyalım...

Mehmet Demircioğlu heşeyden önce iyi ve naif bir insan. Yazlıkta yolda  karşılaşırım. Her kelimesinde bir tartı, acaba karşımdakini incitirmiyim endişesi var gibi gelir bana.. ilk yazısından beri abonesi olduğum Bartın Gazetesi’inde kendisinin yazılarını okurum. Zaten tek aboneliğimdir.

Önceleri gözüm güvenlik kamerasında olurdu, gelen postacımı, Bartın Gazetesi geldi mi, Mehmet Demircioğlu ne yazmış bu sayıda...? Bartın Gazetesinin gelişi bir kaç gün geciksede internet sağolsun Demircioğlu yazısına üç beş saat sonra erişiyoruz..

Eskiden “konuk yazar” dı. Tek seçici Esen Aliş onu kalıcı yaptı gönlümüzde.

Son yazı aslında dört bölüm, dört farklı konu işlenmiş. Ben size ilk bölümü aktarıyorum. İlk bölüm sizi kendine  o kadar çekiyor ki diğer bölümlere odaklanamıyorsunuz.

Sayın Demircioğlunun hem kişiliğini yayın felsesesini, kişilere bulaşmaktan sataşmaktan çok kavramların içini doldurmaya dayalı, kişiler üzerinden değil olgular üzerinden yürüdüğünü anlatan örnek olduğunu anlatmak için bu birinci bölümü örneklemekle yetineceğim. Devamı Bartın Gazetesinde..

Ana tema Öğrenilmiş çaresizlik ve kanıksama. buna sürekli arızanın yanından geçtiği halde arızayı göremeyen fabrikadaki usta başının yaşadığı psikolojiye -işletme körlüğü-benzetebiliririz.. okuyalım bakalım.
Mehmet bey uzun yürü emi...

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Günlük yaşamımızda yaptıklarımız, bir süre sonra bizi bir makine işleyişi gibi rutin hale getirir. Biz planladığımızı sanırız. Oysa bu rutin bizi sele kapılmış kütük gibi sürükler.  Sabah kalkıp elimizi yüzümüzü yıkadığımızda musluktan akan suyun şırıltısı, mutfakta kaynayan çaydanlığın fokurtusu, sofra hazırlarken duyduğumuz bardak, tabak sesleri. Alt komşumuzun mutfağından gelen ve bizim mutfaktaki ile birbirine karışan televizyon sesi. İşe gitmek için evden çıktığınızda ayakkabılarımızı giyerken üst kattan inen komşunuzun ayak sesi.

Dışarıdaki araç seslerinin uğultusu. Akıp giden trafikte fren ve korna sesleri. İşimize vardığımızda yaptığımız işe göre kendisine özel bir ahenkle devam eden uğultu. Ayaküstü sohbetler. Çay ve yemek saatinin gürültülü konuşmaları. Sitemler, sevinçler, öfke ve vurdumduymaz tavırlar. İş bitiminde çarşıda alışveriş, itiş kakış, telaş ve öne geçmeler.  Bir berber koltuğunda kafasında tıraş makinesinin zırıldadığı bir adam. Uğultu içindeki pazar yeri. Sıkış sıkış ekmek fırınları, et kokan kasaplar, balıkçılar, ezan sesleri, koşuşturmalar ellerde torbalar, yorgun yüzler ve eve dönüşler.

Evdekilere bir merhaba, hissiz gülücükler. El yüz yıkama. Sifon sesi. Yemek ve ardından televizyon karşısında uyuklama.

Ben daha geçim sıkıntısı ve maddi zorlukların ruhumuzda açtığı derin yaralardan bahsetmedim bile.  Bu kadar dış ses içinde kendi iç sesimizi kaybettik. İnsanlığımızdan uzaklaştık. Yaşadığımızı sanıyoruz ancak, sonunu bildiğimiz bir filmi izliyoruz. Ayrıca çoğumuz bunun farkında bile değiliz. Farkına varıp farklı davrananları da ünlü örnekte olduğu gibi kendimize benzetiyoruz. Farklı seslere tahammülümüz yok oldu.  Toplum olarak dizilerle, yemek programları ve öğleden sonra kuşağında seviyesiz insan ilişkilerinin sıradan ve normalmiş gibi anlatıldığı bir yaşama alışıyor, alıştırılıyoruz. Hatta mahkûm ediliyoruz. Buna  öğrenilmiş çaresizlik denmez de ne dir?