Ölüm yokluk mudur?

İnsan ruhundaki sonsuzluk arzusu, âhiretin varlığını gösteren çok kuvvetli psikolojik bir delildir. Su ile susayan insan arasında özel bir alâkanın bulunması gibi, insanın da ruhunda ebedî bir hayat arzusunu hissetmesi, esasında böyle bir şeyin mevcudiyetine büyük bir delil teşkil eder. Bu psikolojik arzu, sonumuzun âhiret gerçeğiyle olan alâkasını kuvvetlendirir. İnsanlık tarihi, ondaki bu fıtrî duygunun tezahürlerini gösteren örneklerle doludur.

Aslında insanın düşünmeden ilk bakışta ‘bir yok oluş’ gibi düşündüğü ölümden ürkmesi bile, onun bu ebediyet duygusuna olan derin arzusundan kaynaklanmaktadır. Fıtrattan yükselen bu ses, insanın ebed için yaratıldığını gösterir. Her insan, kendinde yok olmayı istemeyen bu fıtrî duyguyla, gelip geçici iğreti bir hayat için değil de, ebedî, yok olmayan bir hayat için yaratıldığını hisseder ki, bu his ve şuur da fanî bir hayattan sonra ebedî bir hayatın varlığının açık bir işaretidir.

YOK OLMAKTANSA!

En kötü var olma bile yokluktan iyidir. Filozof M. Unamuno, yok olmanın kör talihinden kurtulup var olmaya devam edebilmek uğrunda, insanların her türlü işkenceye katlanabileceğini şu çarpıcı sözüyle dile getirir: “Yok olmaktansa, ebediyyen Cehennem’de yanmaya razıyım. Çünkü hiçbir şey bana, yokluğun kendisi kadar korkunç görünmemiştir.” (Migvel de Unamuno, Yaşamın Trajik Duygusu, s. 20)

Bir başka âlemde de olsa, hayatın ebediliğini arzu etmek, insanların ruhunda hafife alınması mümkün olmayan güçlü bir duygudur. Şüphesiz ruhumuzun derinliklerinde şiddetle arzulayıp duyduğumuz bu duygu, insanlığın varlığında mevcut aslî/fıtrî bir duygunun yankısı mahiyetindedir.

Maddî yönüyle bile insanı tatmin edip cevap veremeyen dünyanın, onun hayal ve ebedî yaşama arzusu gibi kâinatı kuşatacak istidat ve kabiliyetlerine cevap vermesi düşünülemez. Öyleyse dünyada bu duygularının karşılığını göremeyen insan, onların karşılığını başka bir âlemde görecektir.

ÖLÜM BİR SON DEĞİL

Evet bugün genç olanlar, bir gün ihtiyar olacaklar! Bir yolculuk var, kendimizi aldatmanın bir faydası yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve zulümlerin getirdiği evhamlarla bize uzak ve karanlıklı görünen berzah memleketi, dostlarımızın toplandığı mekandır. Başta Peygamber Efendimiz, orada değil mi? Ondört asırdan bu yana milyarlarca insan, insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akılların muallimi, kalblerinin mahbubu ona kavuşmak için bu diyardan göç etmedi mi?

İnsan ihtiyarlayınca dünyayı da ihtiyar, seneyi de ihtiyar, çevresini de ihtiyar hissediyor. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan ayrılık ve sevdiklerimizden uzaklaşmak zamanı yakınlaştığında ihtiyarlık, insanların ruhunda ciddi sarsıntılar meydana getiriyor. Ama rahmet-i İlahîye öyle bir surette inkişaf ediyor ki o hüzün, o ayrılık duygusu kuvvetli bir teselliye dönüşüyor. Çünkü Allah, Kur'an'da bizlere seslenirken “Errahmanirrahîm” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim ediyor. Ve ihtiyarlamış insanlar için Allah'ın rahman sıfatı, merhamet edici lütufları endişeyi sevince çeviriyor.

ALLAH AFFEDİCİDİR

Evet, dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyarlar! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde yaratan Allah, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Bu misafirhanenin misafirleri olan bizlerin dilinde Kur'an olduktan sonra, gönlümüz Efendimiz ile attıktan sonra bir kapıdan öbür kapıya geçmek zor olmayacaktır.

Yazımızı bir hadisle notlayalım. Hz. Cabir İbn Abdillah radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah aleyhissalatü vesselam (bir gün) bize hitap etti ve dedi ki: 'Ey insanlar! Ölmezden önce Allah'a tövbe edin. (Musibet hastalık, yaşlılık gibi) ağır meşguliyetlere düşmezden önce salih ameller işlemede acele edin. Allah’ı çok anarak, gizli ve açık çok sadaka vererek Allah'a karşı üzerinizdeki borcu ödeyin ki bol rızka, İlahî yardıma mazhar olasınız.” (İbn-i Mace, Sünen, 2/78)

BİR SORU-BİR CEVAP

Ahiret gününe niçin inanırız?

Öldükten sonra dirilip hesap vermeye inanmak imânın bir şartıdır. Âhirete inanmayan kimse Müslüman olamaz. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesi ne kadar kesinse, öldükten sonra diriliş de o kadar kesindir. Her şey âhiretin varlığını gerektiriyor. Allah’ın varlığını kabul edip de âhireti inkâr etmek, güneşi kabul edip de ışığını inkâr etmek kadar akıl dışıdır. Çünkü Allah, insanları tekrar diriltip hesaba çekeceğine söz vermiştir. Bunu, gönderdiği bütün peygamberler ve kutsal kitaplar aracılığıyla bildirmiştir.

Allah, hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerince yapar. Boş ve anlamsız iş yapması düşünülemez. Şu güzelim dünyayı ve mükemmel insanı yaratıp da sonunda onları bütün bütün yok etmesi çok anlamsız olur. Bir bahçıvan, bin bir emek ve özenle kurduğu bir bahçesini ateşe verip yok eder mi? Öyleyse, Allah da şu kâinatı daha güzel ve sonsuza dek sürmesi için âhirete çevirecektir. İnsan ölüp toprağa girer. Fakat çürüyüp yok olmak için değil. Âhirette, yepyeni ve sonsuz bir hayata gözünü açmak için.

Allah, bizi annemizin karnında dokuz ay özenle besleyip geliştirdi. Ondan sonra da doğumla bizi dünyaya gönderdi. Ölümle ikinci bir defa daha doğacağız. Durumumuz, yumurtadaki civcivin durumuna benzer. Ölümle kabuğu çatlatır, apayrı ve sonsuz bir hayata gözümüzü açarız.
 
BİR DUA

Bizi koru, muhafaza eyle

Ya Rabbi! Bizi, Seni çok zikreden, Sana çok şükreden, Sana çok itaat eden, Sana karşı içi saygı ve huşu ile dopdolu olan, dua dua yalvaran ve durmadan Sana teveccüh eden kullarından eyle. Bizi bizle baş başa bırakma. Tuttuğumuz oruçlarımızı kabul eyle. Bizleri her türlü bela ve musibetler koru, muhafaza eyle.

HİS DÜNYASI

Ahret
Bu garip dünyada ben yadırgadım yerimi...
Yıllardan sonra gir gün, görüp çektiklerimi,
Tanrım bir meleğine emredecek: “Yetişir!”
 
Gözlerimi o saat sessiz kapayacağım.
Beni bekleyedursun bir köşede yatağım;
Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir.
 
Bir yükü atmış gibi içimde bir hafiflik,
Oraya geçmek için aşacağım bir eşik,
Bir lâhza tutacağım bana uzanan eli.
 
Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.
Onları bulacağım... Ve annem şaşıracak:.
“Oğlum! Ne kadar da büyümüş ben görmeyeli.”
Ziya Osman Saba
 
REHBER İNSAN

Hastaları ziyaret ederdi

Peygamberimiz hasta ziyaretine önem verirdi. Sahabe-i Kiram’ın büyük küçük hepsiyle ilgilenir, durumlarını sorar ve hasta olanları ziyaret ederdi. Hasta ziyaretinde kadın, erkek ve çocuk ayrımı yapmazdı.

Hz. Peygamber (sas) hastalandığı zaman torunu Ümame’yi ziyaret etmiş ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Ağlamasını yadırgayan bir sahabîye de, “Bu bir rahmettir ki, Allah onu kullarından dilediğinin kalbine koyar. Allah ancak kullarından merhametli olan kimselere merhamet eder.” diye cevap vermiştir.

Peygamberimiz’in Müslümanların yanı sıra gayrimüslim hastaları da ziyaret ettiği olurdu. Kendisine hizmet eden bir Yahudi çocuğunu ziyaret etmişti. Peygamberimiz, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ü de hastalandığı zaman ziyarete gitmiştir.

Peygamberimiz kendisi hastaları ziyaret ettiği gibi sahabilere de hasta ziyaretini tavsiye etmiştir. Hasta ziyaretlerinde hastalara dua etmiş ve moral vermiştir. Ümmetine de hasta ziyaretlerinde moral vermeyi tavsiye etmiştir. Bunların yanı sıra hastalardan tedavi olmalarını istemiştir.
 
ÖRNEK HAYATLAR

Onlara sıcak kül yediriyorsun

Bir sahabi Peygamberimize şöyle dert yanar:

“Yâ Resulallah! Benim akrabalarım var. Ben onları ziyarete gidi­yor, sıla-i rahmi yapıyorum, fakat onlar bunu kesiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyor. Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana karşı cahilce hareket ediyor.”

Durumu dinleyen Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Eğer dediğin gibi isen, sanki onlara sıcak kül yediriyor gibisin. Sen bu şekilde devam ettikçe Allah tarafından onlara karşı, seninle dâ­ima bir yardımcı bulunacaktır.” (
Müslim, Birr, 22)

“Sıcak kül yedirme”
tabiri, “Sen onlara iyilik etmekle kendile­ri­ni mahcup ediyorsun. Yaptıkları aşağılıktan dolayı sıcak kül ye­­miş gibi acı duyuyorlar” demektir.

Yakın akrabalar arasında bazı can sıkıcı durumların çıkması, ola­bi­len bir durumdur. Bu halde dahi, akrabalar arasındaki ilişkinin kesilmemesi gerekir. Peygamberimiz, “En faziletli sadaka, kırgın olan akrabaya yapı­lan sadakadır” (Dârimî, Zekât, 38) buyurarak, akrabayı unutmamayı tavsiye eder. Çünkü bu, farz bir ibadettir.
 
ALTIN ÖĞÜTLER

Şöhrette afet vardır

Allah dostlarından Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyuruyorlar:

Ey oğul! Sana vasiyet ederim ki; bütün hâllerinde ilim, edep ve takva üzerinde olasın!.. Geçmişlerin eserlerini oku ve Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan git! Fıkıh ve hadis öğren ve câhil sofîlerden bucak bucak kaç! Namazlarını, mutlaka cemaatle kıl!

Kalbinde şöhrete meyil varsa imam ve müezzin olma! Şöhretten gücünün yettiği kadar uzaklaş! Şöhrette âfet vardır. Makamlarda da gözün olmasın; dâima kendini aşağılarda tut! Takat getiremeyeceğin işe kefil olma! Halkın seni alâkadar etmeyen işlerine karışma! Fâsık idarecilerle düşüp kalkma! Her hususta dengeyi muhafaza et!

HADİS BAHÇESİ

Allah’ın rahmeti geniştir

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah, rahmetini yüz parçaya ayırmıştır. Doksan dokuz parçasını kendi katında alıkoymuş, birini yeryüzüne indirmiştir. İşte varlıklar bu bir parça rahmet sebebiyle birbirlerine acırlar. Hatta hayvanlar, yavrusunun üzerine basacağı endişesiyle ayağını çekip kaldırır.” (Riyazü’s-Salihin, Erkam Yayınları)

Hadisin verdiği mesajlar

1.
Allah’ın rahmeti sınırsızdır.

2.
Bizlere o sınırsız rahmetten çok küçük bir parçası verilmiştir. Dünya hayatında görülen şefkat ve merhametin kaynağı işte bu yüzde birlik rahmettir.

3.
Allah kıyamette kullarına sınırsız rahmetiyle muamele edecektir.

4.
Merhameti böylesine bol Rabbimizin rahmet ve bağışını kazanabilmek için hep ümit içinde yaşamamız gerekir.
 
BİR NÜKTE

Asıl olan insan olmaktır

Âlim olmak başka, insan olmak başkadır. Âlim, ilmiyle insanlığın emrine girip, ahlâk ve faziletiyle ilmini temsil ettiği ölçüde, hafıza hamallığından kurtulur ve yüksek bir insan olma payesine ulaşır. Aksine o, ömrünü beyhude heder etmiş bir zavallıdan farksızdır. Zaten demir mahiyetindeki cehaleti, altın gibi faydalı ve kıymetli kılan da ancak, ahlâk ve fazilettir.

BİR HATIRLATMA

İslam’da ilk hastane ve ilk hastabakıcı

İslam’dan önce Araplar savaşa giderken bazen kadınları da yanlarında götürürlerdi. Kadınlar, askerlere su dağıtmak, hastalara bakmak, yaralıların yarasını sarmak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Yaptıkları tedavi şekli basitti, ama oldukça sağlıklı idi. Meselâ hafifçe yaralara hasır yakıp külünü bastırırlar, büyücek yaraların kanını da kaynar zeytinyağı ile dindirirlerdi.

Uhud savaşında Peygamber Efendimizin mübarek yüzünün yaralanması üzerine akmak üzere olan kanı Medine’den savaş alanına koşarak gelmiş olan kızı Hazret-i Fatıma tarafından yanmış hasır külü ile kestirilmişti.

Yine Yemame Savaşında bir eli kesilmiş olan Ümmü Umare’nin bileği, kaynar zeytinyağına batırılmak sûretiyle fışkıran kan durdurulmuştu. Hasılı, her Arap kadını bu gibi tedavi usulünü bilir ve gereğini yapardı.

Hicretin ikinci senesinde meydana gelen Bedir Savaşı’na çıkılacağı sırada Medine kadınlarından Ümmü Varaka, Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) müracaat ederek savaşa katılanların hizmetinde bulunmak üzere birlikte gitmek için izin istedi ve “Belki bu vesile ile Allah bana da şehitlik nimeti insan eder” dedi. Resul-i Ekrem, “Sen evinde otur, Allah sana o nimeti verecektir” buyurdu.

Böylece Ümmü Varaka hasta ve yaralı bakıcılığı hizmetinde bulunmayı en evvel istemişse de, isteğine Allah Resulü tarafından müsaade buyrulmadığından İslam’ın ilk hastabakıcısı sayılmaz. Bu ünvanı hak eden ve yine Medineli bulunan Rüfeyde hatundur.

Hicretin beşinci senesinde Kureyş ve Katafan kabilelerinden onbin kişilik bir kuvvet Medine üzerine yürüdü. Bunlara karşı Selman-ı Farisî’nin teklifi üzerine geniş bir hendek kazıldı. Düşman hendeği görünce şaşırıp kaldı. Çünkü böyle bir savunma sistemi Arapların hiç görmediği bir şeydi. Düşman atlılarından birkaçı atını zorlayarak hendeği aşmayı başarmışsa da, ya öldürülmüş veya kaçmaya mecbur edilmiş olduğundan iki taraf da ok atışmak suretiyle çarpışıyordu.

Peygamber Efendimiz, Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’nin içine yaralıların tedavi edilmesi maksadıyla bir çadır kurdurdu. Bu çadırın idaresine de Rüfeyde adında bir kadını getirdi. Çarpışma esnasında düşman tarafından oklardan biri, Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d bin Muâz’ın koluna saplanmış ve damarını koparmıştı. Bu vakayı haber alan Peygamber Efendimiz hemen emir buyurdular: “Sa’d’i hemen Mescid’de bulunan Rüfeyde’nin çadırına götürün.”

Yaralıyı alıp götürdüler. Hz. Sa’d’in yarası Rüfeyde hatun tarafından sarıldı ve çadıra yatırıldı. Fakat kan bir türlü kesilmiyordu. Sonunda Hz. Sa’d kan kaybından şehit oldu.
Bu çadır içinde Hz. Rüfeyde tarafından yarası sarılmış olan başka yaralıların da bulunması pek tabii ise de, isimleri tarihe geçmemiştir. Hz. Rüfeyde’nin adı ve çadırı da Sa’d bin Muaz’ın yaralanması ve yarasının orada sarılması münasebetiyle kaydedilmiştir.

Fakat bununla beraber, bazı kaynaklarda mesele şöyle kaydedilir:

Hz. Sa’d kolundan isabet alınca, üst üste üç defa bizzat Peygamberimiz tarafından dağlanır ve sonunda kanın akması azalır. Medine’ye dönüşlerinde ise de yaralı olan Hz. Sa’d için Peygamber Efendimiz mescidde deriden bir çadır kurdurur ve tedavisi için Hz. Rüfeyde hatunu görevlendirir.

Her iki rivayette de ilk hastane bu çadırdır, ilk hastabakıcı ve aynı zamanda ilk kadın doktor Hz. Rüfeyde hatundur.