O ZAMANLAR ON YAŞINDAYDI...



Evet, fikirler ayrı, ama mücadeleleri ”Türk; Öğün, Çalış, Güven.” ilkesin de birleşiyor. Aynı çizginin farklı kutuplarında mücadele ediyorlar bu ayrı fikir sahibi gruplar… Hiç kimse, ne ile öğüneceğim, nerede çalışacağım, kime ve neye güveneceğim demeden mücadele ediyor. Ülkenin sağlam temeller üzerinde oturduğundan emin, herkes sadece ayrışan fikrini savunuyor… Demokratik bir oluşumun yapısı gereği içeride ki fikir ayrılıklarıdır bunlar… Ben, bunu da biliyorum. Çünkü ben ATATÜRK’ÜN kurduğu, aydın, kendini bilen, zorluklarla bu günlere gelen Türk’ün evlâdıyım… Evet, aynı dili konuşan, aynı bayrağın gölgesinde yaşayan, aynı marşı okuyan, ben Türk’üm diyen atalarımın evlâdıyım.

Azınlık, temel sarsan ülke zararlısı, vatan-millet zararlısı fikre sahip olanlarsa, zaten biz den değil, denilip önemsenmiyor bile.

Acaba; hatanın en büyüğünü burada yapmış olduğumuzu düşünecek miyiz ileride? Atatürk’ü her sözüyle, her hareketiyle bir bütün olduğunu kavrayamamışız diye bir pişmanlığımız söz konusu olabilir mi gelecekte?”Türk; Öğün, çalış, güven.” Derken, “İçeride ve dışarıda dâhili ve harici bedhahların olacaktır.” Dediğini unutmamış olsak bile, bir bütün olarak göremeyip, gözden kaçırmışlığımızın pişmanlığını da yaşayabilir miyiz?ATATÜRK’Ü aynı anda, bir arada düşünememiş olabileceğimiz günleri yaşayabilme ihtimali de var mı dır acaba?

Baktığım zaman geleceğe,bu kalenin duvarlarının bırakın yıkılması, aşınması bile mümkün değil…Bu kaleyi yıkamayacakları çok kesin.Ama içerisin deki insanlara zarar vermenin sadece ve sadece bir yolu var,o da:Kendine has bu insanları özel yapan manevi gücü ve ulusal duyguları,değerleri yok ederek unutturarak mümkündür…Dilini, bayrağını,atalarını,kanını ve bu coşkuyu veren, benliklerini her gün tazeleyen marşını ve yeminini unutturarak…

Neyse, Ben henüz on yaşındayım. O halde, bu soruları soruyorsam kendime, korkulacak büyük bir şey yok demektir.

Benim bahçem, bana ait... İçerisinde yetişen meyve de sebze de benim… Ve ben onu komşularımla, kendi insanımla paylaştığım gibi, doğal olan, bana ait olan tüm bu ürünleri yabancı insanlara da satıp para kazanabilirim.

Benim okulum… Benim dilimden konuşan insanlarla aynı sıralarda okuyarak, bilim adamı olabilirim. Ülkemin sanayisini ve teknolojisini geliştirip, ürettiklerimi yine yabancılara satıp,  bilimimle tüm dünyayı da aydınlığa kavuşturabilirim.

Bu topraklar benim, her kasabası, her diyarı benim adımı almış, benim dilimle-benim kelimelerimle yazılmış, anlamını bildiğim isimlerle donanmış. Atalarımın kahramanlıklarını, bizden evvel yaşayanları anlatmak için yabancılara, açabilirim kapılarını topraklarımın… Kültürümün, örf ve adetlerimin, dinimin güzelliklerinde onları büyülemek, huzuru ve görsel şöleni onlara da tattırmak için, insanlık adına yapabilirim tüm bunları…

İnsanımın inceliğini, misafirperverliğini, doğallığını, güler yüzlülüğünü öğretemem ama gösterebilirim onlara… İnsanımın, vatanına ne kadar bağlı olduğunu, vatan toprağının bir karışı için canını, hiç gözünü kırpmadan nasıl verdiğinin destansı hikâyelerini de anlatırım onlara… Ve, ihanet edenlerin bedellerini nasıl ödediklerini de gösteririm ki;bu millet nasıl ayakta bu kadar uzun yıllar duruyor öğrensinler…

Tırnakları ile kazıya kazıya, alın teriyle, göz nuruyla sahip olduğumuz her bacanın, ne kadar kıymetli olduğunu, bacasından çıkan dumanının dahi ülke semalarını ve varlıklarını pisletmeyecek şekilde plânlanarak, hassas dokunuşlarla inşa edildiğini anlatırım onlara… Ülkemin sularının, topraklarının temizliğine ve düzenine hayran bırakırım tüm Dünyayı… Yeşilinin değerinin, yeşil Türkî yemin fotoğraflarını çekerek, nasıl koruduğumuzu gösteririm onlara; onlar da öğrensinler diye… Ve onlar,  Dünya’nın en pahalı tablosunu seyrederken ki hayranlıkla ve büyülü gözlerle bakarlar, bu muhteşem yeşilin içinde kaybolurcasına bıraktığı huzura…