Geri Kalmışlık ve Terör Müslüman Ülkelerin Kaderi mi (1)

Abone Ol

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve hilafetin kaldırılmasından sonra ortada kalan İslam ülkeleri, içeriden ve dışarıdan inanılmaz bir sömürü düzenine maruz kaldı. Bir yandan sömürü düzeninin meydana getirdiği kaos ve sorunlarla uğraşılırken, diğer yandan terör sarmalıyla karşı karşıya kalındı. Fakat Müslüman ülkelerin, neden kaos ve terör içinde yaşadığı, niye kolayca sömürüldüğü ve niçin çağın gerisinde bırakıldığı bir türlü ortaya konulamadı.

Binaenaleyh halen daha İslam ülkeleri karşı karşıya kaldıkları sorunların nedenlerini doğru tespit edemedikleri gibi mevcut sorunlara çözüm yolu da bulamıyorlar. Yaşadıkları iktisadi ve içtimai sorunların nedenlerini sürekli olarak kendilerinin dışındaki faktörlere ve dış mihraklara bağlıyorlar. Özeleştiri yapmıyor, hakikatleri görmek istemiyor ve nerede yanlış yapıldığını sorgulamıyorlar.

İşte bu zihniyet, gelişmenin önünü kapatan engellerden biri oluyor ve geri kalmışlığı oldukça derinleştiriyor.

Netice olarak şu an 57 İslam ülkesi yaklaşık 2 milyar nüfusu ile, 14 milyon Yahudi'nin ürettiği icat, patent ve bilimsel makaleyi üretemiyor. 14 milyon Yahudi son 105 yılda, 100'ün üzerinde Nobel ödülü alırken, 2 milyar nüfusuyla Müslümanlar sadece 3 tane Nobel alabiliyor.

Dünyada, yeni buluşlarda İslam ülkelerinin yeri yüzde 1,6 oranında. İslam ülkeleri artık yeni buluş da yapamıyor.

Geçmişte insanlığa ışık tutmuş El-Biruni, El-Cezeri, İbn-i Sina ve Farabi gibi bilginleri artık yetiştiremiyor. Günümüz akademisyenleri ve üniversiteleri ile de, dünya ülkelerinin nitelikli ilk 500 üniversite sıralamasına giremiyor.

Müslüman ülkelerde halkın eğitim seviyesi de çok düşük. Kitap okuma oranı neredeyse yok denecek kadar az.

Japonya'da yılda 25 kitap, İsviçre'de 10, Fransa'da 7 kitap okunurken, Türkiye'de dahi yüzde 0,01 yani on binde 1 kişi kitap okuyor. Bir başka deyişle 10 yılda ancak bir kitap okunuyor. Bu tablo diğer İslam ülkelerinde ise çok daha vahim durumda.

2005 yılında The Economist dergisinde yayınlanan bir makalede, sadece Harvard Üniversitesi'nde yayınlanan makale sayısının, 17 Arap ülkesinde yayınlanan toplam makale sayısından daha fazla olduğu belirtilmişti. Esasında bu durum bile İslam ülkelerinin, bilimsel eğitimden ne derece uzaklaştığını, eğitim kalitesinin ne kadar düştüğünü, ezberci, araştırıp-soruşturmayan bireyler yetiştirdiğini gösteriyor.

Öte yandan Müslümanlar sayıca dünya nüfusunun yüzde 20'sine tekabül ediyor belki ama dünya ekonomisine yaptıkları katkı sadece yüzde 5'le sınırlı kalıyor.

57 Müslüman ülkenin toplam üretimi 2 trilyon dolara ulaşmıyor. Oysa sadece Almanya 2.4 trilyon dolar, Japonya 3.8 trilyon dolar, Çin 8 trilyon dolar ve Amerika ise 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretiyor. 57 İslam ülkesinin, üretimde bir Almanya etmediği rakamlarla net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Müslümanlar artık üretmeden tüketiyor...

Bu gidişatın nereye varacağını, bu işin sonuçlarının ne olacağını ne kendilerine soruyor, ne de sorun yapıyorlar?

Oysa günümüz şartlarında üretmeyen bir toplumun ilerlemesi ve gelişmesi, dünya üzerinde söz sahibi olması yahut dünya politikasına yön vermesi söz konusu bile değildir.

Müslüman ülkelerin araştırma ve geliştirmeyle de fazla bir alakalarının olmadığı görülüyor. İslam dünyası, gayri safi milli hasılasının yalnızca yüzde 0,2'sini araştırma ve geliştirmeye ayırırken, Hristiyan dünyası yüzde 5 oranında bir fon ayırıyor. Bu durum da gelişmiş ülkelerle aradaki açığı daha da derinleştiriyor.

Bir de Müslüman ülkelerde diktatörlük ve cehaletin iktidar olma sorunu bulunuyor. Yönetime bir kez gelen, bir daha seçimle gönderilemiyor? İktidar değişikliği demokratik yollarla da mümkün olmuyor.

Devlet başkanlarının değişimi, ya eceli ile, ya da suikast ile ama sadece ölümle söz konusu oluyor. Ayrıca yönetimdeki despot idareciler yönetim süresince halkı korku içinde yaşatırken, kendileri de korku içinde yaşıyor.

Dolayısıyla Ortadoğu geleneğinde hakim olan baskıcı yönetim anlayışı, hüküm sürdüğü coğrafya halklarının kendi aklını, fikrini, siyasi ve dini liderlere devretmeleri ve bu insanlara da sorgusuz sualsiz biat etmeleri ile çalışıyor. Bir anlamda tekdüze düşünen, dünyadan habersiz, kolay kandırılan, biatçı ve sürü mantığıyla yönlendirilebilen kitleler, baskıcı yönetim anlayışının aranılan insan modeli oluyor. Zaten toplumun bir kısmı da yüzyıllardır devam eden bu durumu olağan görüp kabulleniyor.

Hiç şüphesiz bilimin, istişare sisteminin ve katılımcılığın esas alınmadığı ülkelerde kaos, geri kalmışlık, cehalet ve despotizm kaçınılmaz olur. Lidere koşulsuz itaat, düşüncenin yasaklanması, özgürlük alanlarının sınırlandırılması ve halka baskı uygulanması gibi etkenlerde, İslam ülkelerinde zaten var olan, mezhepsel ayrılıklar, farklılıklara karşı tahammülsüzlük, köktencilik gibi sorunların yanı sıra teröre zemin oluşturuyor.

Her şeyden önce İslam ülkelerinde yaşayan insanların bir çoğu, bu sömürü sistemi ile nasıl başa çıkılabileceğini dahi bilmiyor.

Bir kısmı da, birkaç kifayetsiz din adamının yönlendirmesi ve efsunlaması, küresel güçlerin de manipülasyonu ile silahlı terör örgütlerinin militanı olmakla sorunları çözebileceklerini zannediyor. Böyle yaparak İslam’ı yeniden şaha kaldıracağını zanneden bu militanlar, sadece Müslümanları öldürüyor ve en fazla zararı yine Müslüman ülkelerine veriyor. Fakat bu durumdan en karlı çıkan her zaman olduğu gibi reji de, perde arkasında oturan ve tiyatroyu yönlendiren emperyalist küresel güçler oluyor.