DAYATMALARA HAYIR
Başı soğuk ve sıcaktan korumak ve daha güzel görünmek için erkekler, eski zamanlardan beri başlarına taktıkları başlıklar üzerine değişik şekil ve renklerde kumaşlar sarmışlardır. Bölgelere, iklimlere, örf ve âdetlere, milletlere, dinlere, sosyal ve dini statülere göre değişik sarık şekilleri vardır.
Fes; tepesi düz, genellikle kırmızı, püsküllü, silindirik şapka. İsmini başlıca üretim merkezi olan Fas'ın Fes şehrinden alır. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birçok Müslüman ülkede kullanılagelmiştir. Kırmızı rengini kızılcık boyasından almıştır.
Sultan II. Mahmut döneminde Osmanlı sarayında Avrupalı gibi giyinme modası baş gösterdi. Daha sonra bu moda ilim adamlarına ve halka yayıldı ancak Avrupa usulü şapkaların namaz kılarken zorluk çıkarmaları, sipersiz bir şapka kullanımını gerekli kıldı. Sultan Mahmut'un fermanı üzerine fes, imparatorluğun resmi şapkası oldu. 1840’lardan itibaren süvari ve topçu hariç, Osmanlı askerlerinin üniformasının bir parçası haline geldi. Arnavut askerleri beyaz fes takıyorlardı.
TBMM 25 Kasım 1925'de Şapka Kanunu'nu çıkardı ve yüzyıllardır kullanılagelen fes, sarık ve benzeri başlıklar yerini modern Avrupa'nın kullandığı şapkalara bıraktı. Osmanlının son dönemine kadar kullanılan, koyu kırmızı renkli, tepesinde kenara veya arkaya sarkan püsküllü, silindir şeklinde bir tür şapka olan fes, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasıyla resmi giyecek olarak kabul edilmiştir. Fesin Osmanlılar tarafından kabulü, II. Mahmut devrinde serasker ve Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa'nın Akdeniz seferinden dönüşünde Fas'tan getirdiği fesleri Kalyoncu askerine giydirilmesiyle benimsenmiş ve yayınlanan bir tamimle resmen kabul edilmiştir. 1832'den 1925 yılına kadar kullanılan fesi, Tanzimat döneminde İstanbul'da sivil ve asker bütün görevliler giymiş, sarık yalnız bilginler ve din adamları tarafından kullanılmıştır. Tarihi seyri genel anlamda böyle olmuştur.
Yetmişli yılların ortaokul öğrencisiyim. Bizden önceki öğrencilerin şapka giymesi zorunluymuş. Ortaokul ve lise öğrencisi, eski ormancı şapkasına benzeyen şapkalar giyermiş. Şapkası olmayan öğrencileri okula almazlarmış. Ağabeylerimizden bununla ilgili çok hikâyeler dinledim
Erkeklerin başına taktıkları, takacakları her neyse gündemden düşmüş olacak ki, seksenli yıllardan sonrada kadınların başına taktıkları eşarp, tülbent, türban, iğneli – iğnesiz, tavşan kulağı bağlama, her ne varsa o gündemi işgal etti, etmeye devam etmektedir.
Unutmadan söyleyeyim. Kadınların pantolon giymesi de doksanlı yılların ikinci yarısına doğru serbest bırakıldı. Devletin ekonomik durumu dibe vurmuş, büyüklerimizin dediği gibi “yetmiş sente” muhtaç duruma düşmüş bir haldeyken, bir devlet büyüğümüzün “anlamıyorum kadınların pantolon giymesinde ne var” demesiyle serbest bırakılmıştı. Böylece birkaç gün bununla ilgili yazılar yazılmış, konuşmalar yapılmıştı.
Günümüzde de buna benzer vakaları yaşıyoruz. Bazı yerlerde giyilmez deyip; “aman efendim nasıl olur kanun çıkarmak lazım eteksiz olmaz, pantolon giyilmez” fermanı günlerce yazılı ve görsel basını işgal etmektedir.
Fikri, zikri, düşüncesi, inancı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu sayılanların kaç tanesi insanın karnını doyurmaktadır. Geçmişte insanların giyimi ile uğraşılmış da ne olmuş? Ne mi olmuş; 14.983.000 metrekare olan vatan toprağı, 814.578 metrekareye düşmüş!
Eğer bu kavga devam ediyorsa altından daha neler çıkacak acaba! Bu kavga ile büyüyemeyeceğimiz kesin. İdare edenlerin, idare etmeye talip olanların başlarını ellerinin arasına alıpta bir düşünmesi gerekmez mi? “Bizden ne isteniliyor, biz ne ile uğraşıyoruz” diye.
Bu milletin yılları erkeklerin; sarık, fes, şapkasıyla heder olmuştur. Şimdi de kadınlarımızın; pantolon, başörtüleriyle heder edilmesin! Bedenimizin dışı ile değil, içi ile ilgilenilsin. Karnımızın doyması, ilmimizin, bilgimizin artması ile uğraşılsın. “Elbise(çaput) devleti” olarak anılmak istemiyoruz. Kimse kimsenin giyimine kuşamına karışmasın, dileyen dilediğini giysin. Herkesin kendine yetecek kadar aklı vardır. İnsanımız neyi giyeceğini “giyeceksin” diyenlerden daha iyi bilir. Dayatmalara hayır!
Muasır medeniyet seviyesine: bilim, teknoloji, sanayi; denizlerdeki üstünlüğümüz, ziraattaki verimliliğimiz, hayvancılıktaki bolluğumuz, kuruyan topraklarımızı sulamak, yok olmaya yüz tutmuş ormanlarımızı çoğaltmakla ulaşılır.
Gene dağınık ve anlaşılmaz bir yazı oldu! Allah yar ve yardımcımız olsun.